‘Bir ömür geçirmek ve bir ömür geçinmek ne zor!’ diyordu ihtiyar kadın. ‘Önce evlat olacaksın, sonra gelin, sonra avrat, sonra kaynana…’ diye sıralıyordu. Yorgundu ihtiyar kadın. Gözleri kurumuş, beli bükülmüş, elindeki damarlar besbelli. Şöyle bir iç geçirdi ve devam etti söylemeye (söylenmeye): ‘sonrada tek kalacaksın evlat, tek kalacaksın!’ dedi ve yutkundu.
Ağlamaya mecali yoktu. Onun yerine de ağladım. Ağlamaya imkânım varken dayanamadım, ağladım. Kimseden beklentimin olmayacağını anladım. Ne eş, ne dost, ne evlat… Ama bu onlarla münasebetime ve muhabbetime mani olmamalı.
‘Evladı bile ziyaret etmeye korkar oldum!’ dedi. ‘Nasıl olur, sen yıllarca…’ derken elimi tuttu susmam için. ‘ama niçin?’ dedim, ‘anlarsın ihtiyarlayınca’ dedi. Ama ne acı! Ziyareti azalmış, ziyaretçisi de.
Bir anda kocadım adeta. Ayrıldım yanından. Heybemdeki umutlarımı boşalttım. Boşlukta yürümeye başladım. Adımlarımı boşa attım. Düşlerim ve düşüncelerim kayboldu. Tam o sırada telefon çaldı. Arayan hanımdı: ‘Nerdesin?’ diye sordu. ‘Ben bende değilim! Dedim. Dedim ve tekrar başladım ağlamaya.
Şimdi içimde bir ‘BEN’ daha oldu. Aslında baştan beri olan bir ‘Ben’. Artık eşe dosta içimden öyle diyorum Yunus’un diliyle: “Beni bende demen ben bende değilem. Bir ben vardır bende benden içeru…”
‘Dayan Allah’a…’ demişti ihtiyar kadın, ayrılmadan.