24 Haziran 2018’de yapılacak olan genel seçimlere doğru bir yandan siyasi partiler çok demokratik(!) usullerle tespit ettikleri milletvekili listelerini YSK’ya veriyor. Seçimlerle beraber milletvekili adaylarının resimleri de gazetelerde ve sosyal medyada boy boy görülmeye başladı.
En dikkat çekici fotoğraflardan birisi: Ortada silahlı terör örgütünün elebaşı olduğu iddia edilen Fethullah Gülen, sağında, solunda ve önünde son derece mütebessim, kadınlı-erkekli bir grup.
Fotoğraftakilerin bir kısmı hâlen AK Partide milletvekilliği yapan kişiler. Bunlardan hanımefendi olanlar, kutsal sayılan bir mekâna girer gibi başlarını örtmüşler. Demek ki ortadaki şahsa bir kutsiyet izafe ediliyor.
Bu fotoğraf basında ilk defa yer almadı. 15 Temmuz Darbe Teşebbüsünden bu yana defalarca yayınlandı ve kimsenin kılı bile kıpırdamadı, üstüne üstlük fotoğraftaki milletvekilleri ‘‘Bizi bu ziyarete partimiz gönderdi” diye suçu kurumsal bir kişiliğe ve onun en üst seviyedeki yetkililerine attılar. Savunmaları buydu. Sonuç ne mi oldu? Bahis konusu zevatın bir kısmı Ak Parti listelerinde yeniden milletvekili adayı olarak kendilerine yer buldular.
Pek tabi ki bizim bahis konusu beyefendi ve hanımefendilerle ve partileriyle bir alıp veremediğimiz yoktur. Ak Parti’nin sayın genel başkanının kendi takdirleridir. Bizim burada asıl itirazımız, uygulanan çifte standart ve buna bağlı olarak gönüllerdeki adalet duygusunun yara almış olmasıdır.
Devletin izni ve denetiminde kurulmuş ve her ay üyelerinin maaşından ilgili bakanlıklarca aidat kesilen, üstüne üstlük bir de devlet maliyesinden her üye için 14 TL eklenerek hesabına para yatırılan bir memur sendikasının otuz bine yakın üyesi 15 Temmuz Darbe Kalkışmasının hemen ertesi günü meslekten ihraç edildi. Gerekçe de, silahlı terör örgütüne üye olmak ve mali destekte bulunmak.
Peki, bu sendika bir terör kurumuysa, bunun faaliyetlerine izin veren ve hesabına para yatıran devlet mekanizması neden suçlu sayılmaz da, buna üye olanlar terörist ilan edilir? Amaç böyle bir sendikaya göz yumarak, bir nevi kendi vatandaşlarına tuzak kurmaksa, izninizle hiçbir devlet, bir kabile devleti bile kendi vatandaşlarına bunu yapamaz. Çünkü devlet kendi vatandaşlarına asla tuzak kurmaz, kuramaz. Bu adaletsizlik olur.
Bir de Bank Asya meselesi var… Yazılı, görüntülü ve sosyal medyada geriye doğru bir tarama yaparsanız, bu bankanın açılış merasimine katılan çok sayıda tanıdık sima ile karşılaşırsınız. Dönemin Başbakanı, bakanlar, milletvekilleri, yüksek dereceli idareciler, o dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı günümüzün cumhurbaşkanı, o dönemin devlet bakanı bir önceki cumhurbaşkanı ve Fethullah Gülen aynı fotoğraf karesinde yer almışlar. Bu kişilerin bu açılış merasiminde arz-ı endam etmesi sade vatandaşlar için ‘‘Paranızı buraya yatırın, bu banka güvenilir bankadır, biz de kefalet ederiz’’ anlamına gelmez mi? Hadi bunu geçelim. 17-25 Aralık milatsa, neden bu tarihten sonra bu banka kapatılmamış da faaliyetlerine izin verilmiştir? Yoksa durun bakalım ‘’Kimler bu bankaya para yatıracak’’ mantığıyla devlet, tıpkı sendika örneğinde olduğu gibi burada da sıradan vatandaşlarına tuzak mı kurmuştur? Devlet gibi devlet, vatandaşlarına tuzak kurar mı? Şöyle bir gerekçe ileri sürülüyor: “Terör örgütü elebaşı çağrı yapmış, bunun üzerine bu yapının mensupları bu bankaya para yatırmışlar?” Siz zamanında bu bankayı kapatsaydınız, kimler nasıl para yatırabilirdi? Şimdi olduğu gibi o gün de Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu da elinizdeydi, Meclis’te yeterli çoğunluğa da sahiptiniz. Tabi, bu terör örgütünün parasını toplayan, çalıştıran, saklayan, kullananları hariç tutuyorum, biz bunları savunmuyoruz. 15 Temmuz gecesi milletimize silah doğrultan 250’ye yakın insanımızı şehit edenlerle birlikte bunlar da kanunun emrettiği şekilde cezalandırılsın.
Kastımız çocuğunun okul taksitini bu bankaya yatıran, bu yapının okullarında ve üniversitelerinde çalıştığı için maaşını bu bankadan alan veya tasarruflarını çok halisane niyetlerle ‘‘faizsiz bankacılık’’ anlayışından dolayı burada değerlendiren, çalıştığı şirket tarafından bu bankada ferdî sigorta hesabı açtırılan masum vatandaşlarımızdır. Sudan bahanelerle hayatları karartılan evleri, ocakları dağıtılan, eşleri, çocukları açlığa, çaresizliğe terk edilen insanlardır ve bu insanların feryadı arşa yükselmektedir.
Aynı şey cemaat okulları için de söz konusu. Bu okulların çoğunun açılışında dönemin Milli Eğitim Müdürleri, Genel Müdürleri, Bakanları hazır bulunuyor ve övgüler diziyorlardı. Haklarında başka bir suç delili yoksa sadece bu okullarda okudu diye on binlerce gencin hayatlarının karartılması hangi adalet ve hakkaniyet ölçüsüne sığar? Veya sırf çocuklarını bu okullarda okuttular diye her kademede binlerce, on binlerce memurun meslekten ihraç edilmesi veya tutuklanması, topluma hangi adalet duygusuyla izah edilir?
Mademki bu okullar zararlıydı, hadi evveliyatını bırakın, 17-25 Aralık’tan sonra neden kapatılmadı? Bu da mı tuzaktı? Tuzaksa, bugün de benzer kapsamda kurum ve kuruluşlar var mıdır? Varsa, bu tür illegal yapılara izin veren yetkililer dün olduğu gibi bugün de neden yargılanmaz? Neden toplum huzurunda teşhir edilmez? Neden bunlar yapılmaz da sayıları yüz binleri bulan sıradan vatandaşların itibarları zedelenir, özlük hakları ellerinden alınır, mal varlıklarına el konulur ve en temel vatandaşlık haklarından mahrum edilirler?
15 Temmuz Darbe Kalkışmasına kadar dönemin devlet ve siyaset adamları, özellikle iktidar sahibi siyasilerin hamakat (bu itham dönemin eski bir meclis başkanına aittir) ve siyasî mülahazaları yüzünden bu yapı, devletin kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş, buna göz yumulmuştur. Tertemiz Anadolu çocuklarına yegâne müracaat kapısı olarak bu yapıyı gösterenler, neden hiçbir şeyle sorgulanmamış, neden hiçbir şeyden sorumlu tutulmamışlardır? Terör örgütünün üst düzey sorumluları yurtdışına çıkarken, devlet nerede, sorumlular nerededir? Ekrem Dumanlı, Zekeriya Öz ve benzerleri gibi ağababalarının yurt dışına tüymesine kimler göz yummuştur? Zaman gazetesinin hesabı neden sadece iktidara muhalefet yazıları ve Çamlıca’daki Camii inşasına karşı çıkmasının ötesinde darbeyle alakasına ihtimal vermediğimiz Ahmet Turan Alkan ve Mümtaz’er Türköne’den sorulmaktadır. Yoksa bu arkadaşlar Ali Bulaç ile aynı mahalleden olmadıkları için mi tutuklulukları devam etmektedir?
Yargıda, orduda ve devletin en kritik yerlerinde çöreklenmiş bu çete, belli bir dönemde “millî iradeyi hiçe sayarak belli işlerin içine giren” bazı generalleri bahane ederek Türk Silahlı Kuvvetlerinin en seçkin subaylarına kumpas kurup içeriye Silivri zindanlarına atarken, bunlara göz yuman, teşvik eden, zırhlı araba tahsis eden iktidar ve güç sahiplerinin hiç mi suçu yoktur? O dönemde Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst düzey subayları elleri kelepçeli olarak deklanşörler önünde siyasi lince tabi tutulurken oy hesabı yaparak sevinçle ellerini oğuşturanlar, “iyi ki bunlarla savaşa girmemişiz” diyenler şimdi nerededir? Bu beylerin hiçbir suçu yok mudur? Oysa siyasi lince tabi tutulanlar, itibarsızlaştırılanlar, çalışma azmi ve şevki kırılanlar bu devletin rükünleri, taşıyıcı kolonlarıydı. Olan biten bu kadar şeyi, “kandırıldık”, “Allah bizi affetsin” sözüyle geçiştirenler, hangi yüzle sıradan vatandaşları suçlayabilir, onları yargılayabilirler? “Kandırıldık” diyerek adaletin pençesinden yakayı kurtarma imtiyazı sadece bu güç sahiplerine mi mahsustur?
Diğer sade vatandaşlar da kandırılmış olamazlar mı? Devletin bütün istihbaratı elinizdeyken sizin kandırılma ihtimaliniz inandırıcı oluyor da, sıradan vatandaşların kandırılma ihtimali mi inandırıcı olmuyor? Beyler, içinizden biri bize bunu anlatsın, ne olur bizi ikna edin. Zira, sadece biz değil, gelecek nesiller dâhil, bütün bir millet bu yapılanlar karşısında adalete ve pek tabii ki devlete olan inançlarını kaybediyor, gözlerini başka yerlere çeviriyorlar.
Bizler de şimdi Alman Kralı II. Frederick’in ülkesindeki sıradan bir değirmenci gibi, “Ankara’da hâkimler” var demek istiyoruz. Sesimizi o şekilde duyurmak istiyoruz. Çünkü o dönemde sıradan bir değirmenci “Berlin’de hâkimler var! Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir. Hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz. Orada oturamaz” diye krala seslenmiş, direnmişti.
Şimdi Türk Yargısının her kademedeki mensuplarına, Cumhuriyet Savcılarımıza, Hakimlerimize, yüksek yargı mensuplarına sesleniyoruz. Önceki yıllarda paralel yapının mensubu polislerin, polis müdürlerinin, savcı ve hâkimlerin uydurma delilleri ve uyduruk adaletle yaptıkları yargılamalarının benzerini sadece ‘’nasıl olsa siyasi irade arkamdadır’’ diyerek yapmaya kalkanlara -böyle bir şeye ihtimal dahi vermek istemeyiz- daha 3-4 yıl önce Türkiye’nin en güçlü savcısıyken şimdi sığınacak delik arayan Zekeriya Öz’ün akıbetini hatırlatmak isteriz.
Yazımızı İlber Ortaylı hocanın, “Yönetimde adalet yoksa devlet suç örgütüne dönmüş demektir” cümlesi ile bağlayalım.