Gün içerisinde tahta kapının gıcırtısı akşama dek susmazdı. Hava karardığında sürprizler sırasızca dökülürdü orta yere.
Gecenin geç saatlerine kadar süren hikâyede neler yoktu ki?
Abdul, daha evden çıktığında başlamıştı aksilik.
Sıradan bir gündü, okula gidecekti. Birinci ve ikinci dersi hoca birleştirmişti, Fransızcadan yazılı yoklama yapılacaktı. Sabah 07 arabasına yetişmesi gerekiyordu. Saat altıda kalktı. Tarhana çorbası taş ocaktaki küçük kazanda zincire takılmış kaynıyordu. Erken kalkan ocakçı başına uzatıyordu sahan'ı. Yedinci bölüğün üçüncü takımı bile bu kadar intizamlı olamazdı. Çorba sırası başlamıştı. Yaşlı nine sabah ezanında kalkmış, çorbayı kaynatıyordu.
Sekiz kardeştiler, Abdul yedincisiydi. İki katlı yıkık dökük köy evinde yaşıyorlardı. Evin çatısı uzaktan bakıldığında kırk yamaya benziyordu.
Büyük ablası şehirde yaşıyordu Abdul'un. Eniştenin düzenli bir işi vardı. Bazı soğuk kış gecelerinde, yollar kapandığında ablasında kalırdı Abdul. Çoğu zaman kalmak istemezdi. Sıkılırdı. Huzurları kaçsın istemiyordu. Zaten okulu bitirip asker dönüşü şehirde bir iş tutacaktı. Biraz daha anasının yanında kalmak istedi. Evin arkasındaki söğüt ağaçlarına yaslanıp derenin akışını seyretmek onu çok mutlu ediyordu.
Küçük dere yatağındaki söğüt ağaçları hafta sonları Abdul'u beklerdi. Sıra sıra söğütler rüzgâr estiğinde senfoni gibi ses çıkarırdı. Hayvan damı da evin hemen arkasındaki Serende’nin yanındaydı. İki sağımlık inek, on dört tanede koyun vardı damda. Koyunlar kurbanda satılacaktı. Yaşlı anne gözü gibi bakıyordu hayvanlara. Bir şey olursa tüm hesaplar alt üst olabilirdi. Bu yıl fındıktan sonra dört numaranın düğün hazırlığı başlayacaktı. Karşı köyden Rüstem'in kızına vurulmuştu Kazım.
Babası, ne kadar olmaz, bizim dengimiz değil, dediyse de dinletememişti. Rüstem ağa zengin sayılırdı. Düğündeki masraflar artacağa benziyordu. Kız tarafının altında kalmak da hiç olmazdı. O sene evin tamamı Kazım için fındık yevmiyesine gidecekti.
Abdul'un köyü zengin sayılmazdı. Köyde geçim kaynağı olarak sadece Fındık yetiştirilirdi. Yıldan yıla bir defa hasat kalkardı fındık tarlasından. O da olursa! Olmazsa bir yıl sabırla beklenecekti.
Her yıl istediğin verimi alamazsın fındıktan. Bir yıl bereketli olsa, öbür sene olmazdı. Hasadın düşük olduğu zamanlarda fiyatlar hep yüksek olurdu. Fındık çok olursa bu seferde para etmezdi. Aslında fark eden hiçbir şey olmuyordu. Ama yinede köylü bir türlü dengeyi tutturamamıştı. Mutlaka gelecek fındığa borçlanırdı. Hep içeride sayılırdı yani. Düğün sünnet cemiyetlerinde her zaman son çare Tüccar'ın kapısı olurdu. Acil ihtiyaçların karşılandığı tek yer, fındık tüccarının ağır para kasasının bulunduğu gizemli camekân içindeki bürosuydu. Her yıl kasanın bulunduğu o dükkânın etrafında bir iki kez tavaf edilmezse olmazdı. Fındık toplanıp ilk sürümde ucuz fiyattan satılacak, tüm borçlar kapanacaktı. Düğün dernek için ise tekrar borçlanılacaktı. Sıra bir türlü Abdul'a gelmemişti. Para artarsa bir ceket takım alınacaktı. Bunun mümkün olmayacağını o da biliyordu. İyi başaklama yaparsa belki o zaman bir ceket bir de ayakkabı alabilirdi. Babası hastaydı, bir ayağı çukurda sayılırdı. Hiç bir iş yapamıyordu. Annesi her şeyi tevekkül ile karşılıyordu. Dindar bir aileden gelmişti. Kabullenen bir yapısı vardı.
Para hesaplarını en büyük oğlan Tevfik tutuyordu. Toplanan gündelikler, kızların pazar dönüşü getirdiği paralar ve aşağı derenin ıslahında çalışan ortanca ağabeylerinin kazancı, hep Tevfik'teydi.
Akşam yemeği vakti geldiğinde yer sofrasındaki bakır sahanların takırdıları uzaktan duyulurdu. Nefes almadan sallanırdı kaşıklar sahana. Baba sofradan kalkmadan kalkılmaz, ne kadar aç olursanız olun evin büyüğü oturmadan da sofraya oturulmazdı.
Hayvanların sağlığı çocuklardan önce gelirdi bu evde. Geçen yıl tavukları Kurt'a kaptırdıklarında evde neredeyse yas vardı. Çarşıda yumurtalar satılıp yağ, un alınacaktı. Bir ton fırça yedi Abdul, tavuklara sahip çıkamadığı için.
Araba geç de olsa köy meydanına yanaşmıştı. Yarım saatlik bir gecikme oldu. Onbeş dakika da, geç kalkınca Abdul yazılıya yetişemedi. Sarı Cemse kasabaya indiğinde zaten ilk ders bitmişti. Nefes nefese sınıfın kapısına geldiğinde zil çaldı. İkinci ders yazılı devam edecekti. Abdul ikinci derste eksikleri telafi etmek istiyordu. İçeri giremedi. Çok ısrar etmişti öğretmenine. Ama hoca çok sinirliydi. Durumunu izah etti, olmadı. Hocanın sert görünümü insanı ürkütüyordu. Bağırdığında yüzündeki çizgiler daha da belirginleşiyordu.
Sanki erkek öğretmenler daha merhametli gibiydi. Anlaşılır gibi değildi.
O yıl Abdul'un zayıf gelecek başka bir dersi daha vardı. İki dersten bir yıl beklemesi hiç iyi olmayacaktı. Arkadaşları Liseye gidecek olmanın heyecanını yaşıyordu. Oysa tek dersten kalsa, o da borçlu geçebilirdi. Ama olmadı.
Fransızca hocası Abdul'u bırakmaya kararlıydı. Yıl tekrarı olacaktı. Babası da çok kızmıştı ama yapacak bir şey yoktu.
Ertesi gün okul çıkışı hocasıyla konuşmaya karar verdi. Okulun dış kapısında bekledi, en son hoca çıkmıştı. Yanına yaklaştı, hocasına hazır olduğunu, yazılı olmak istediğini söyledi. Yalvarmaya başlamıştı. Hoca durmadı hızlı hızlı yürüyordu. Başını çevirdikçe de Abdul'u tersliyordu. Yalvarmaya devam etti. Sınıfta kalırsa babasının kendisini okuldan alacağını söyledi. Köyde yaşamak istemediğini okumak istediğini adeta haykırdı. Yoldan geçenler dönüp bakıyordu. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Hızlıca koşturdu. Hocanın önünü kesti. Uzak köyden geliyorum, araba geç geldi, yetişemedim yazılıya, durumumuz zaten iyi değil, okulu bitirmem lazım, dedi.
Hoca, olmaz diyordu.
Abdul'un psikolojisi iyice bozulmuştu.
Kendisi ile ilgili yaşadığı bu olaya normal bir değerlendirme yapamıyordu.
Cevapsız kalan sorular ve Abdul'un geleceği ne olacaktı? Daha yarı ergen yarı delikanlı sayılırdı. Nihayet o da Orta üç öğrencisiydi.
O dönemde Ortaokulu bitirmek Liseyi bitirmek kadar kıymetliydi ama yine de çocuk sayılırdı Abdul.
Yaşadıklarını içsellik duygusu ile hissetti. Yapacaklarının tamamında çaresizlik ve ekonomik sıkıntılar öne çıkmıştı.
Derinden etkilenmişti, bunalıma girdi. Parasız kaldığı aç yattığı zamanları hatırladı. Derli toplu bir ceketi olmadığı için arkadaşları ile bir araya gelemediği günler aklına geldi.
Merhametliydi Abdul, saftı. İnsanlara yardım etmeyi seviyordu.
Bir defasında, yakası sertleşmiş beyazdan griye dönmüş gömleğinin dış cebinden iki tane dışı jelâtinli şeker çıkarmıştı.
Bir çıkartışı vardı ki, sormayın! Kılıç çeksen bundan daha gösterişli olamazdı.
Ali'ye, al kardeşim dedi. Şekerin birini uzattı. Ali'yi çok seviyordu. Sırlarını ondan başka kimseyle paylaşmazdı.
Fakirlik kötü bir şeydi.
Ali'nin durumu da ondan farklı sayılmazdı. Abdul'a, ancak kışın üşümesin diye ikinci kazağını verebilmişti. Onunda yapacak bir şeyi yoktu.
Kör olası zaman, normal akışında değildi. Günün koşulları dünya'yı, sanki istediğine farklı gösteriyor gibiydi. Yaşadıkları gözünün önünden akıp gitti. Yapmak istedikleri hayal'e dönüşüyor, konuştukları havada kalıyordu.
Çıkmaza girdi. Ümidi yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Okulu bitirmekten başka düşüncesi olmadığı için hiçbir şeye odaklanamıyordu.
Sessizliğe gömüldü. Bir konuşsa, belki de zamanı durdurmak istediğini söyleyecek, dünyaya erken geldiğinden yakınacaktı. Hâlbuki dünyaya herkes kendince erken gelmişti. Kimisi az, kimisi de çok erken.
Abdul'un heyecanı, duyguları, bunları düşünmesine izin veriyordu. Belki de hiç bir şeyin olacağı yoktu.
Ne olacaktı ki erken gelse dünyaya.
Acaba Abdul bu dünya ya erken mi gelmişti!
Sanki başka dünyanın insanıymış gibi davranması insanı korkutuyordu. Son zamanlarda sesi titreyerek konuşuyor, konuşmalarında da korktuğu çok rahat anlaşılıyordu.
Belli ki tarih hiç uygun bir döneme denk düşmemişti.
Cebindeki son kuruşunu da paylaşmak isteyen Abdul bu dünyanın insanı olabilir miydi?
Bir gün Ali, okul dönüşü evine davet etti Abdul'u. Titreyen sesine utangaç bakışları eşlik etmişti. Sırtını duvara sürtüne sürtüne girdi içeriye. Ayakkabılarını çıkarttı.
Gözleri yerinden çıkacak gibiydi. Çorabı kokacak, diye endişelenmişti. Sıkılarak oturdu divanda. Akşamın olmasını bekledi, köye dönecekti. Artık Abdul için, bir kase çorba bir parça ekmek, mideye giden en güzel gıda sayılırdı. Karnı acıkmıştı.
Çok fazla isteği olmadı bu hayattan Abdul'un.
Okuluna gidip okuyacak adam olacaktı. Hepsi bu. Öyle büyük adam olmak niyetinde de değildi. Zaten büyük adam olamazdı. Hem büyük adam da neydi ki? Okusun bir işi olsun yeterdi.
Polisler Abdul'u arıyordu.
Abdul bir sabah kasabaya erken gelmişti. Hocasıyla son bir kez daha konuşmak istiyordu. Okula gitti. Morali bozuktu. Zaten sınıfta kalacaktı. Babası da artık okula göndermeyecekti. Okulun girişinde yokuşun başındaki üç katlı tarihi evin darabasının arkasında hocanın gelişini bekledi. Hoca her gün o yönden okula geliyordu. Uzaktan yüzünü gördü. Yorgun adımlarla yokuşu tırmandığını farketti. Nefes nefese kalmıştı. Birden atladı ününe. Hoca irkilmişti. Sağına soluna baktı. Kimseyi göremedi. Abdul kısa boylu çelimsiz vücuduyla önünde durdu hocanın. "Hocam ne olur beni yazılı yapın yoksa babam bana şehir yüzü göstermeyecek" dedi.
Hoca; "çekil önümden haydut musun?" diye söylendi. Karşılıklı bağrışma oldu. Hoca Abdul'a bir tokat attı. Abdul sersemledi, ayağı takıldı yere düştü. Yokuş aşağıya yuvarlanmaya başlamıştı. Burnu kanıyordu. Yerde gördüğü demir su borusunu aldı, hocanın arkasından koşturmaya başladı. Su borusunu hocanın kafasına vurdu. Hoca kanlar içinde yere yığılmıştı. Her yer kan içindeydi. Hocanın çığlığı okulun içinden duyuldu. Abdul korkmuştu. Donup kaldı. Ne yapacağını bilemiyordu. Oradan hızla kaçmaya başladı. Alilerin evinin bodrumuna saklanmak aklına geldi. Orada kendisini kimsenin göremeyeceğini düşündü. Geceyi beklemesi gerekiyordu. Köye kaçacaktı.
Polisler Abdul'un gidebileceği her yeri arıyordu. Abdul adeta yok olmuştu. Yer yarılmış sanki yerin dibine girmişti. Akşam olmak üzereydi, hava kararmaya başladı. Kasabada herkes bu olayı konuşuyordu. Duymayan kalmamıştı. Neredeyse her mahallede anons geçilmiş, her yerde Abdul aranmıştı. Jandarma tüm köy yollarını kesti. Kasabaya bağlanan çıkışlar kapatıldı.
Havanın tamamen kararmasından yararlanan Abdul, gizlice kavakdibine indi. Arka sokaklardan geçerek hanboğazına geldi. Nalbur'un bitişiğindeki çay ocağına uzaktan baktı. Kapıda duvara yaslanmış jipçi Hüsnü'yü çay içerken gördü. Sessizce yanaştı. Jipçi Hüsnü'de Abdul'un köyündendi. Ondan kendisini köye götürmesini istedi. Hüsnü'de Abdul'a hiç soru sormamıştı. O da yarım akıllı sayılırdı. Lakabı, cipçi deli Hüsnü'ydü.
Bin arabaya dedi, kontağı çevirdi. Köyün yolunu tuttular. Deli Hüsnü'nün hiç bir şeyden haberi yoktu. İlerlemeye başladılar. Biraz gittikten sonra, kasabanın çıkışına geldiler. Polis arabası yolun ortasına bariyer kurmuştu. Yaklaştılar. Abdul polisleri uzaktan görmüştü. Deli Hüsnü'ye "durma abi sür" dedi. Hüsnü de "ne oluyor Kafir" demeye varmadan bir el silah sesi duyuldu. Hüsnü korkmaya başlamıştı. Heyecanlandı.
Abdul; "Sür Hüsnü abi durma bizi öldürecekler" dedi. Hüsnü iyice panikledi. Ne olduğunu anlayamamıştı. Gaza sonuna kadar bastı. Polis koridorunu yararak geçti. Her yer toz duman içindeydi. Hüsnü'nün Jip'i önde polis Jip'i arkada hızlı bir kovalamaca başladı. Polis Jip'nin sirenleri kulakları sağır edercesine bağırıyordu. Üzerindeki kırmızı mavi lambalarıda devamlı yanıp sönmeye başladı. Köy yolunun sapağına kadar gelmişlerdi. Yollar taşlı ve tozluydu. Hüsnü bu yolları ezbere biliyordu. Arkasından gelen polis Jip'i de takibi hiç elden bırakmamıştı. Uzun bir kovalamaca oldu. Köye az kalmıştı. Sadece bir tepe ve bir de dereyi geçmek gerekiyordu. Arkası Köy'dü. Hüsnü'nün Jip'i nin ön tekerlekleri havada, arka tekerleri ise yerde, zıplıyordu. Polis Jip'i de amansız takibi bırakmamıştı. Duman tepeye yaklaşmışlardı ki, önlerine dik bir yokuş çıktı. Hüsnü Jip'i takviyeye aldı. Hızlıca yokuşu tırmandı. Bu sefer rampa aşağıya uzun bir iniş başladı. Yolun döndüğü yerden dere akıyordu. Kıvrık taş köprü geçildiğinde çakraklı yola, oradan da köy girişine gelinecekti. Abdul köye vardığında, direk Orman'ın içindeki meşe kovuklarından birine girmeyi düşündü. Orada kendisini bulamayacaklarını biliyordu. Olmadı. Deli Hüsnü virajı alamamıştı.
jip seksen metreden dereye uçtu.
Fransızca hocasının başına onaltı dikiş atmışlardı.
Tayinini istedi.