‘Aba / ḳabā’: Özensiz dikilmiş her türlü kalın, düğmesiz giysilere denirdi. Halk arasında yoksul giysisi olarak bilinse de sözcük anlamı "keçe üstlük, kaba yün cübbe, kepenek” demektir.
Hasan Dede’nin dizelerinde ‘aba’ ne güzel tanımlanmış:
Kimi derviş, kimi hacı,
Cümlemiz Hakk'a duacı,
Resul-i Ekrem'in tacı,
Aba, hırka, şal bizdedir
Köyden köye dolaşarak dilenen dervişler kazançlarını kendilerinden daha fakir biriyle paylaşabilen, dünya malına önem vermeyen paylaşımcı kişilerdi.
Giysilerinin yırtık pırtık olması, onlar için hiç önemli olmaması “Derviş çeyizi /Abası kırk yerinden yamalı olmak” deyimlerini Türkçemize kazandırmıştır.
O günün ‘derviş’ sözcüğü günümüzün “berduş” sözcüğüne denk düşer. Her derviş bir berduş sayılırdı. “Burduş” evi omzunda demek olan Farsçadaki ‘χānabardūş’ sözcüğünden alıntı olup evsiz barksız, nerede akşam orada sabah diyenlere, yani kaplumbağa, salyangoz gibi yaşayanlara denilirdi. B
Hamdi Tanpınar bir şiirinde şöyle der: bir derviş;
Başıma sükûtu öğüten
Uçsuz bucaksız bir değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş
İşte, bu yüzden “Aba dervişin, kebe çobanındır” deriz.
Diğer hayvan kıllarına göre daha yumuşak ve kolay işlenebilir olması nedeniyle “aba” genellikle sıcak bölgede yaşayan (özellikle kuzey Afrika; Fas, Tunus, Cezayir) devetüyünden yapılırdı.
Dikiş makinesi ve günümüzün kumaş türleri bulunana kadar “aba” denilen giysiler uzunca süre saltanatını sürdürdükleri kesin.
Keşke derviş olaydım
Aba giymiş olaydım
Haftada değil, ayda bir
Yüzün görmüş olaydım
‘Aba’ denilen giysiler ortadan yok olup gitti ama aba sözcüğü dilimizdeki izleri capcanlı duruyor. Demem o ki, bir kıza abayı yakarız yakmasına da ‘abayı yakmak’ deyiminin nereden geldiğini pek kafa yoran olmaz.
Abayı yakmak: Dervişler, özellikle kış aylarında tarikat ocağının harlı ateşi etrafında toplanıp aralarında düşünce birliği sağlamaya çalışırlardı. Şeyh efendiyi can kulağıyla dinleyen dervişlerin abalarına arka tarafta yanan ocaktan kıvılcımların sıçradığı anlar olurdu.
Böyle durumlarda “pir aşkına, yâr aşkına yanmaya devam et.” denirdi.
Ayrıca, bu deyimin elbette perde arkası da olmalıydı; Ege köylerinde bir delikanlı sevdiği kızı istetmesine rağmen evliliklerine onay verilmemesi durumunda delikanlı (sırtındaki paltoyu) abasını çıkarır, kız evinin cümle kapısı önünde yakardı.
Yarı yanık abanın kapı önüne atılması, hayra alamet değildi; hem kız evine hem de köyün diğer delikanlılarına rest çekmenin diğer adıydı. Yani: “Bundan sonra bu kıza yan gözle bakanın, Allah’ın emri dememe rağmen bu kızı bana vermeyen düşünsün” demekti.
Aba altından sopa göstermek: Her çobanın en az bir dişi, bir erkek köpeği vardır. Çoban, çıkınını (sofrasını) açıp yemeğe başladığında, eğitimli büyük köpekler, çoban karnını doyurana kadar bekleneceğini bilir, ama enikler bu kuralı bilmediklerinden çobanla birlikte sofraya oturmaya kalkar. Bu durumda, çobanın göstereceği tepki bellidir; öncelikle abanın (kepenek) altındaki sopayı bir, iki kez havada sallayarak gözdağı verir.
Enik, kendisine gösterilen sopanın ne anlama geldiğini algılayamazsa vay başına gelene!
“Kısa kes Aydın abası olsun” Aba’nın kepenek anlamında da kullanılırdı. Bacakları sıkan potura (pantolon) bile tahammül edemeyen ege insanının uzun kepenek (aba) giymesi düşünülemezdi. Kısa donu ayağından çıkarıp 2. Mahmut’un dayattığı şalvarımsı siyah pantolonu giymemekte direnen Aydınlı gençlerin başına nelerin geldiğini bir tarihçiye sormak gerek. Uzun kepenekler soğuk bölge çobanları için hora geçen bir giysidir; ama Aydınlı çobanların hareketlerini kısıtlar.
Sıcak bölgenin devetüyleri daha çabuk iplik, yün haline getirildiğinden Fas (Zaten ‘fes’ Fas / Fez yapımı demektir) fes ve kepenek imal yeriydi. Fas’tan kepenek getirecek olan tüccara “Bunlar, Aydın çobanı âmân abaları kısa kesin, kısa!” diye, tembihlerdi.
Zaman neyi, kimleri unutturmadı ki?
“Aba” denilen giysiler yaşamımızdan silinince ‘aba’ sözcüğü yerine ‘halva, helva, hava’ gibi uyduruk sözcük kullanan çok Aydınlı bilirim.
”Kısa kes, Aydın havası olsun” deyimi böyle bir yanlışın sonunda türedi, oysa doğrusu “Kısa kes, Aydın ‘abası’ olsun” şeklindedir.
Dilimizde buna benzer doğru sandığımız yanlışlar öyle çoktur ki... “Elinin körü” deyimi bunlardan biridir. Ehil (Ar.) sahip, yetkili, usta; gûr / kûr (Fars.) mezar, ölenler, soy / sop demektir. Deyimin doğrusu: “Ehlinin gûru” şeklinde olmalıydı. Karşı tarafın yaşayan ve ölenlerinin hepsini kapsayan bir küfür repliği iken deyimi anlam genişlemesine uğrattığımız anlaşılıyor. Zaten, elin gören / görmeyen yanı olmayacağına göre, işin içinde bir bit yeniği olduğu belli değil mi?
Sağır duymaz yakıştırır tanımına denk düşen bu tür yakıştırmalara her kültürde rastlanır; işte bir örnek daha: Bilirsiniz, yiyenin hiç de pişman olmadığı “pişmaniye” sözcüğünün doğrusu yün gibi,yumuşacık anlamına gelen (Fars.) “paşmīne” dır.
Uzun lâfın kısası elin ‘”paşmīne” sözcüğünü ‘pişmaniye’ diyerek işin içinden sıyrılmışız.
Bir başka dil/kültür yazımızda buluşmak dileğimle sağlıklı günler dilerim.