Bütün bu gelişmeler neticesinde Başbakan Erbakan, 18 Haziran 1998’de hükümetin istifasını Cumhurbaşkanına sunmuştu.
DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, Süleyman Demirel’e kendi Başbakanlığında mecliste iki yüz yirmi altı oyu rahatlıkla geçecek bir hükümet formülü sunuyor, Cumhurbaşkanı buna itibar etmeyerek ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ı hükümeti kurmakla görevlendiriyordu. Daha sonra ki yıllarda bu tutumunun sebebi sorulduğunda yakınlarına şöyle diyecekti:
“Siyasi hayatım boyunca defalarca Askerî Muhtıralara ve Darbelere maruz kaldım. Hiç olmazsa bu son Cumhurbaşkanlığı dönemimi kazasız belasız tamamlamak istedim.”
Yakın tarihimizde ANA-SOL-D hükümeti böyle oluşmuştu.
Aynı dönemde yüksek yargı mensuplarına, Genelkurmay başkanlığında “brifing” (!) veriliyor, taşradaki hakim ve savcılara da inanılmaz baskılar uygulanıyordu.
Bütün bu aba altından sopa göstermeler demokrasiye karşı bir hareket veya yargı bağımsızlığına gölge düşürmek olarak nitelendirilmiyordu. Milletimizin önüne “İRTİCA” “yem”ini atmışlardı ve çok laikçi (!), çok batıcı (!), çok sol-Kemalist (!) çevreler bu “yem”in üzerine sazan balığı gibi atlamışlardı.
Büyük umutlar ile kurulan ANASOL-D hükümetinin de ömrü uzun sürmemiş, 26 Kasım 1998’de Başbakan Mesut Yılmaz, hükümetin istifasını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sunmuştu. Daha sonra Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Bülent Ecevit bir azınlık hükümeti (56’ncı Türkiye Cumhuriyeti hükümeti) kuruyordu.
Türkiye, 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan TBMM 21. dönem milletvekillerinin belirlendiği seçimlere 28 Şubat’ın gölgesi altında giriyordu.
1999 Genel Seçim çalışmalarına bizatihi kendim de memleketim Kahramanmaraş’ta katılmıştım. Üç dört aylık seçim kampanyası esnasında MHP’liler olarak -sadece Kahramanmaraş’ta değil Türkiye genelinde- iktisadî krizi, yolsuzlukların hesabını soracağımızı, o tarihlerde yakalanıp İmralı’da yargılanan Bölücübaşı Abdullah Öcalan’ın idamını sağlayacağımızı ve bir de başörtüsü meselesini çözeceğimizi vaat etmiştik. Hatta Refah partilileri kast ederek “onlar ürkek, biz erkeğiz. Başörtüsü meselesini ancak biz çözeriz.” demiştik.
Bülent Ecevit’in partisi DSP, “inançlara saygılı laiklik propagandası” yaparak yüz otuz altı milletvekili ile, MHP yüz yirmi dokuz milletvekili, ANAP seksen altı, Fazilet Partisi yüz onbir, Doğru Yol Partisi seksen beş, Bağımsızlar üç milletvekili ile meclise girmişlerdi.
Genel Seçimlerden sonra da 28 Şubatçı darbeci generallerin Türk Siyasi hayatında oluşturduğu korku iklimi bir karabasan gibi varlığını hissettiriyordu. Nitekim daha TBMM’nin açıldığı gün ilk oturumda inançlara saygılı(!), laik(!) Bülent Ecevit, Meclis Genel kurulunda bir kadın milletvekiline başörtüsünden dolayı küstahça ağır sözler sarf ediyordu. MHP ise tedbirini önceden almış, Antalya’dan seçilip gelen Dr. Nesrin Ünal hanımefendiye başörtüsünü çıkarttırarak, “başörtüsü meselesi”ni çözmüştü(!).
MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli, DYP ve Fazilet Partisi’nin “Hükümeti birlikte kuralım, siz Başbakan olun.” teklifine “DYP ve Fazilet Partisi biraz dinlensin.” cevabıyla önüne gelen Başbakanlık imkânını geri çeviriyor ve Ecevit’in Başbakanlığındaki Hükümette sayısal olarak ikinci adamlığa, siyasal olarak üçüncü adamlığa razı geliyordu. MHP Genel Başkanı’nın bu kararı almasında kendi iradesi mi yoksa 28 Şubatçı darbeci Generallerin tercihinden dolayı mı olduğunu tarih kaydedecektir. O yıllarda askeri yargıtay başkanlığından emekli olduktan sonra MHP genel sekreterliğine paraşütle gelen Nursefa Pandar bey eğer sağ ise bu işin perde arkasını anlatsa da kamuoyu aydınlansa!
Anlaşılıyordu ki hükümetten düşürülmelerine rağmen Fazilet Partisi (eski ismi Refah Partisi) ve DYP darbeci Generallerin kara listesinden çıkamamışlardı.
Hükümetin kurulmasından hemen sonra kendini gösteren iktisadî kriz yine bir “Bülent Ecevit klasiğiyle” karşı karşıya kaldığımızı gösteriyordu. Hatırlanırsa hayalperest Bülent Ecevit’in 1973 ve 1978’deki Başbakanlığı dönemlerinde de Türkiye çok ağır iktisadî krizler yaşamıştı.
Esnaf Başbakan’a kasa fırlatırken gazeteler ve televizyonlar ne hırsızlıktan bahsediyor, ne ülkenin soyulduğundan, ne de “yirmi altı özel bankanın” içinin boşaltılıp Türk milletinin milyar dolarlarının İsviçre bankalarına kaçırıldığından bahsediyordu.
Hazine soyuluyor, faizler yüzde yetmişlere fırlıyor, dolar bir gecede üç katına çıkıyor, birileri malı götürüyor, enflasyon almış başını gidiyordu. Türkiye kamuoyu ise “irtica” yaygaraları ile meşgul ediliyordu.
28 Eylül 1999’da Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nin yeni öğrenim yılı açılış töreninde Diş Hekimliği Ana Bilim Dalı Başkanı Dr. Tuğgeneral Yalçın Işımer merhum Mehmet Akif Ersoy’a yönelik ağır sözler sarf ediyordu.
28 Şubat postmodern darbesinin artçıları halâ devam etmektedir ve korku dağları sarmıştır. DSP-MHP-ANAP koalisyonu iktidardadır, fakat General Işımer’e onlardan bir tepki gelmez. Refah Partisi’nin bir Genel Başkan Yardımcısı ise “Kendimi bu konuda yorum yapacak kadar hür hissetmiyorum.” diyecektir.
General Yalçın Işımer’in İstiklal Marşı şairini aşağılayan ve milletimizin kutsallarına dil uzatan bu ifadeleri karşısında birçok sözde milliyetçi(!)-muhafazakâr(!)-Müslüman(!) yargıç sütre gerisine çekilmeyi tercih etmiştir. Hatta bazıları 28 Şubatçı generallerin karşısında “hazır olda” brifing dinlemektedir.
O tarihte Hatay Cumhuriyet Savcısı olan Ali Karcı (hayatı sürgünlerle geçmiş bir yiğit Ülkücü- Türk milliyetçisi hukukçu) bu mukaddesat düşmanlığı karşısında kayıtsız kalmamış, “İş bana düştü.” diyerek Tuğgeneral Yalçın Işımer hakkında Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne suç duyurusunda bulunmuştur. Tabii Ali Karcı’ya yine sürgün yolları gözükmüş. Bu defa Hatay’dan Erzincan Cumhuriyet Savcılığı’na gönderilmiştir.
Yine aynı yıllarda Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde öğretim üyesi Prof. Tabip Albay, Diş Hekimi bir arkadaşım (ismi bizde mahfuz) şunu anlatmıştı: ”Gülhane’de tam bir korku iklimi yaşanıyor. Özellikle Ülkücü-Milliyetçi bilinen hocalar fişleniyor. Ben evde namazımı çocuklar görmesin diye yan odada kılıyorum. Bir keresinde küçük çocuğum beni namaz kılarken görünce “Baba ne yapıyorsun ?” diye sordu, bende “Spor yapıyorum oğlum.” diye cevap verdim. Ola ki benim namaz kıldığımı arkadaşlarına anlatır. Bir şekilde yukarılarda da duyulur diye endişe etmiştim.”
28 Şubat Süreci’nde aktif rol oynadıktan sonra emekli olan generallerden birçoğu büyük holdinglerin yönetim kurullarına girmişti. Dönemin kudretli generallerinden oramiral Güven Erkaya, daha sonraki yıllarda birçok yolsuzluğa adı karışarak kamuoyunun yakından tanıdığı iş adamı Korkmaz Yiğit’in danışmanı oldu. Oramiral Vural Beyazıt Etibank’ın, eski Jandarma Genel Komutanı Org. Teoman Koman Cavit Çağlar’ın bankası olan İnterbank’ın, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Muhittin Fusinoğlu ise Sümerbank’ın yönetim kurulu üyeliğine getiriliyordu. Bu arada birçok yolsuzluk operasyonlarına imza atan dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan bir televizyon programında özellikle Aydın Doğan’ın sahibi olduğu “Dışbank”tan bahsedince ertesi gün Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit tarafından Bakanlıktan azlediliyordu.
Devam edeceğiz: “Yıllardır Bir Aşırılıktan Bir Başka Aşırılığa Savrulan Türkiye !”