Ömer ERU
Öğretmen
Bu hikâyemi Uludere’de fedakârca çalışan öğretmenlerimize ithaf ediyorum. 24 Kasım Öğretmenler Günü yaklaşınca onları bir kere daha anımsatmak istedim.
İlk defa görev alacağı ilçeye gelince içini hafif bir burukluk kapladı. Otobüse bindiği Cizre'de yemek de yememişti. Duyduğu buruklukla karnının acıktığını hissetti. Karakolun altındaki lokantaya girdi. Pek temiz bir yer değildi. Ama idare ederdi. Yemek ısmarladı. Masanın kenarına bavulunu koydu. İlçenin iki dağın arsamda olmasına karşın duvardaki manzara resimleri, açık ovalık yerleri gösteriyordu, Kendi kendine "Manzaralar hiç de ilçenin gerçekleriyle koşut değil" dedi. Su içip, bir bardağa yerleştirilen teksir kâğıtlarıyla ağzını sildi. Dışarı çıktı. İkinci kat polis karakoluydu. Karakola çıkan merdivenlerin başında elinde otomatik silahıyla bir polis nöbet tutuyordu. Yanına yaklaştı. Polis kendine yaklaşanın yabancı olduğunu anladı. "Buyur, hemşerim?" dedi. "Şey, Milli Eğitim Müdürlüğünü soracaktım" dedi İsmail. Çekingendi. "Bizim Selçuk hoca bakıyor o işe" "Müdür mü? Yeni tayin oldum da." "Tamam anladım. Onu Hükümet binasında bulursun" "Peki ne tarafa gitmem gerek?" "Amma yaptın, Burada tek yön vardır. Aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı. Kuzey güney falan yoktur." Polisin esprisine güldü. Teşekkür edip yokuş yukarı gitmeye başladı.
Seyrek parke taş döşeli yol, sol yamaçtaydı. Altı metre genişliğindeki yolun sağı dereydi. Öbür yakasında ufak bahçeler, sağ taraftaki yamacın eteklerini oluşturuyordu. Derenin kenarındaki ceviz ağaçları sararan yapraklarını dökmeye başlamışlardı. Her iki yamacın yükselen yerlerine, iç içe geçmiş taş ve toprak damlı evler yerleşmişlerdi. Damların üzerinde çocuklar oynuyor, erkekler volta atıyorlardı. Bazı damlarda da gençler halka olmuşlar, oturuyor ve tütün içiyorlardı. Ellerinde yarım metre uzunluğunda sarı, kırmızı, mavi tespihleri, sağa sola sallayıp duruyorlardı. Yoldan gelip geçenlere alışkın olacaklar ki kimseyle ilgilenmiyorlardı. Biraz ilerde Hükümet binasını gördü. İçi ılıdı. İlk burukluğu geçti.
Merdivenlerden çıkarken kafasında turlu düşünceler film şeridi gibi hızla geçti. Öğrencileri her sabah sıraya sokacaktı. Siyah tahtanım önünde onlara hesaplar yaptıracaktı. Birden kendini Milli Eğitim Müdürünün karşısında buldu. Kapı açıktı. Yine de kapıyı vurdu. Odada masanın üzerine kapanıp evraklarım üzerinde bir şeyler gezindiren, kıvırcık saçlı, güler yüzlü, genç bir adam vardı. Kapının vurulmasından sonra kafasını evrakların üzerinden kaldırdı. "Gel" dedi. Sonra ilave etti "Bavulunu şöyle bırak" İsmail kendini tanıttı. Gelen çayı yudumlarken artık bu işin işine girdiğini iyiden iyiye kabul etti. Müdüre "Gideceğim yer uzak mı?" diye sordu. Müdür güldü "Ben seni gönderirim" dedi. Zile bastı. Memur Tahir kapıda görününce "Bana bizim vekil Cemal'i bulun" diye emretti. "Başım üstüne, Cemal nerede bekleyecekti?" "Sümerbank'ın yanındaki kahvede" "Başım üstüne”. İsmail’in görevlendirildiği yer Sapaca mezrasıydı. Merkeze bağlı bir yerdi ama yaya olarak en az beş saat uzaklıktaydı. İsmail'in kafasında şüpheli görüntüler kıvılcım kıvılcım çaktı. Kördüğüm oldu. Çekingenlik, burukluk yerini meraka bıraktı. Görev yeri belliydi. O halde bir an önce oraya varmalı, okulu görmeli, yerleşmeliydi. Bu işe hemen başlamalıydı. "Cemal niye benimle gelecek?" diye sordu. "Gideceğin yerde Türkçe bilen yok. Cemal başka köyde vekil öğretmenlik yapıyor. Yerine asil verdik. Seninle beraber gitsin. Alışıncaya kadar seninle kalır. Sonra onu geri çeker başka bir yere veririz" dedi müdür. İsmail anlamamıştı. Kafasını salladı "Anladım" dedi. Müdür "Şimdi Cemal'le mezraya gider bir bakarsınız. Okulu tanırsın. Sonra buraya döndüğünüzde, evrakları ve eşyaları götürürsünüz" dedi. "Olur" "Belki kaymakam bey fondan bir şeyler de alır. Onları da götürürsünüz." diye konuşmasını sürdürdü Müdür. İsmail "Kaymakam alır mı?" dedi. Müdür "Alır, alır, yeni gelenlere yardımı sever, istersen yanına gidelim." "Siz bilirsiniz" dedi İsmail. Kaymakamın yanında müdür, İsmail'in yeni gelen öğretmenlerden olduğunu, Sapaca mezrasında görevlendirildiğini, yanına vekil Cemal'i verdiğini bir çırpıda anlattı. Kaymakam yakınlık gösterdi. Fondan ne gerekiyorsa alınmasını ve kendisine fatura getirilmesini, ayrıca tüm öğrencilere önlük, defter, kalem, mendil, çorap alınmasını, gittiği zaman bunları dağıtmasın söyledi. Teşekkür edip dışarı çıktılar. Cemal geldi. Beraberce Sapaca mezrasına gitmek için hareketlendiler. Saat on bire doğru vekil Cemal ve asil öğretmen İsmail yola koyulmuşlardı. İlk saptıkları yol, karakolun üzerinden yamacın yukarılarına tırmanan yoldu. Patika yükseldikçe, ilçenin girişinde sağ taraftaki memur lojmanları, insanlar, az ilerideki sağlık ocağı binaları küçülüyor, oyuncaklaşıyorlardı. Sağlık ocağının önünden akan dere daha bir güzelleşiyordu. İsmail elindeki kahverengi bavulu yere koydu "Biraz soluklanalım" dedi. Bir süre şehre baktı. Karısı aklına geldi "Deli kız" dedi kendi kendine. Ayrıldıklarında elinin sıcaklığı sağ elinin parmaklarını hala tatlı tatlı sızlatıyordu. Gözleri yaşardı. “Gidelim" dedi. Cemal yaktığı sigarayı yere attı. Son dönemeçten sonra artık ilçe görünmez olmuştu. Dağ bu yükseklikte oluklaşıyordu. Diklik giderek daha sarp hal alıyordu. Kayaların arasından su akıyordu. Yer yer de gözeler oluşmuştu. Susadığını anladı. Bir gözeye eğilip dudaklarıyla süze süze içmeye başladı. Soğuktu. İçi ferahlamıştı. Eliyle ağzını sildi. Kalktı. Cemal ilerliyordu. Sonra durdu. "Hava kararmadan varmalıyız" dedi. İlk defa konuştu. İsmail "Herhalde benden çekiniyor" dedi kendi kendine. Yolun zirveyle buluştuğu tepenin sol tarafı kayalıktı. Büyük mağara ağızları vardı. Ürktü İsmail. Böylesini görmemişti. Çok görkemliydiler.
Okulun kenarında ev olmayan boşluklarda gübreler tepelenmişti. Tavuklar eşeleniyordu. Az yukarıda beyaz badanalı bir evin önünde durdular. İçeri girdiler. Gençlerden biri teneke sobadaki odunların önünü ateşledi. İsmail gösterilen yere oturdu. İri yaşlı yaşlıca adamın karşısında herkes saygılıydı. Cemal onun yanına oturdu. Adamlar bellerinden hemen tütün keselerini çıkardılar. İki parmaklarının arasına aldıkları tütün kâğıtlarını ustaca sardılar. Bir tanesini misafirlere uzattılar. İsmail saatine baktı. Saat beşe çeyrek vardı. İsten simsiyah olmuş bir çaydanlığı, sobanın üzerine koydular. İsmail, muallim, hoca, Sivas gibi kelimelerden kendinden konuşulduğunu anlıyordu. Karşısındaki adamlara gülümsüyordu. Önüne gelen çayı dudaklarına götürdü. İçine çekmesiyle yüzünü buruşturması bir oldu. Oturanlar güldüler. Yan tarafında oturan, adamın Mehmet olduğunu öğrendiği sarışın genç bir adam koluna dokundu "Alişasan, alişasan" dedi. İsmail şaşkınlığı arasında, kendisine Türkçe seslenilmesine sevindi. Demek mezrada Türkçe bilenler vardı. Mehmet'e baktı "öyle olacak" dedi. Mehmet "Ben askerliği o tarafta yapmışam" diye ilave etti. İsmail "Güzel" dedi. Odada oturanlar koyu bir sohbete dalmışlardı.
Az sonra oda kapısı açıldı. Elinde tepsiyle bir genç göründü. Otlu peynir, yumurta ve siyah ev ekmeği vardı. Karnı da acıkmıştı. Otlu peyniri yiyince pek sevmedi, ama belli etmedi. Hemen önündeki çayı yudumladı. Alışmadığı bu şeyler birbirinin tadını bastırıyordu. Saat beş buçuk olmuştu. Beyaz badanalı evden çıktılar. Yukarı yürümeye başladılar. Evlerin bittiği yerle meşeliğin arasında enlemesine beyaz boyalı modern bir bina vardı. Tek katlıydı. Az ilerde yine ayni yapının devamı olduğu belli olan bir ufak bina vardı. Burası okuldu. Gençlerden biri okulun kapısını cebinden çıkardığı anahtarla açtı. İçeri girdiler. Sıralar, oturaklar, siyah tahta, öylece duruyor, kullanılmayı bekliyordu. İsmail’ in gözü tavanda elektrik ampulünü boşuna aradı. "Elektrik yok mu?" diye sordu. Cemal "Daha gelmemiştir" dedi "Neden?" "Vallahi bilmemişem" O ara Cemal'e bir şeyler söylediler. İsmail "Ne diyorlar" diye sordu "Vallah diyorlar ki. Madem hoca gelmiştir, isterse bizim aydınlığı hemen getirir" "Aydınlık dedikleri?" "Elektriktir" "Anlaşıldı" Bu İsmail in hoşuna gitmişti. Mezrada yaşayanlar ona güvenmişlerdi. Devleti kendinde görüyorlardı. Kendinden mezraya elektrik getirmesini isteyenlere gülümsedi. Akşam Sarı Mehmet'in evinde gecelediler.
Ertesi gün vekil Cemal'le, asil öğretmen İsmail geldikleri yoldan ilçeye geri indiler. Doğru müdürün odasına vardılar. Müdür Sapaca'yla ilgili bireyler sordu. Cemal anlattı. İsmail anlattı. Müdür "Kaymakam ne ihtiyacı varsa görün dedi" diye İsmail'e biraz olsun teselli vermek istedi. Gidip yerini gördükten sonra İsmail'de daha bir sabırsızlık başlamıştı. Hep beraber aşağı dükkânların olduğu merkeze geldiler. Toprak ve taş binaların önünde sandalye atmış oturuyorlardı. Dışardan dükkân oldukları belli bile değildi. Bazılarının tabelası yoktu. Kapıdan içeri girilince bu köhne dükkânlarda kumaştan gıda maddelerine, ayakkabıya kadar her şeyin olduğu görülüyordu. Sanki birer süpermarket gibiydiler. Kumaşlar simli ve parıltılıydı. Bazılarında pembe ve kanarya sarısı renkler hakimdi. Öğretmene battaniye, sünger yatak, bir tahta masa, iki sandalye, gaz bidonu, gaz lambası aldılar. Gaz lambasının içinden bir ip geçirip Cemal boynuna astı. "Başka yere, koyarsak kırılır. Orada en büyük ihtiyaç budur" dedi. Müdür dükkân sahibine yavaş sesle bir şeyler söyledi. Başım üstüne diyen adam bir ara kayboldu. Birazdan elinde ufak karton bir kutu ile geldi. Müdür "Bu da ufak pilli radyo. Kaymakam bey alın demişti" dedi. Dükkânlara girip çıktılar. Aldıklarını o dükkânlarda bırakıyorlardı. Dükkân sahipleri eşyaları hemen bir köşeye ayırıyorlardı. Yine Hükümet binasına çıktılar. Öğrencilere verilecek eşyalar ile okul malzemeleri, kırtasiyeler paketlenmişti. Cemal az sonra bir cip getirdi. Öncelikle bu malzemeleri yerleştirdiler. Çarşıya inip diğer eşyaları da yüklediler. Müdür, Cemal ve İsmail ilçeden aşağı inmeye başladılar. Çok geçmeden de Kalemli boğazında gözden kayboldular.
Önce Akduman köyüne gideceklerdi. Oradan yeteri kadar katır bulup Sapaca’ya eşyaları götüreceklerdi. Cibin on tarafında şoför Sabri'nin yanına müdür bindi. Cemal ve İsmail arka tarafa, eşyalardan boş kalan yere sıkıştılar. Jeep eski olduğundan ikide bir egzoz patlatıyordu. Müdür arka tarafa döndü. "Her bir ihtiyacını aldık. Epey rahat edersin" İsmail "Bu çuvallarda ne var?" diye sordu. Onlar mı? Onlar öğrencilerin hediyeleri. Gidince yarın hepsini sıraya koyar verirsiniz" "Olur"'. Sabri askeri bölüklerin önünden geçerken selam veriyordu. Nöbetçi askerler de ayni şekilde karşılık veriyorlardı. Hilal kasabasından sonra Akduman köyüne giden yokuşa sardılar. Çok geçmeden köyün içine girdiler. Oynayan çocuklar hemen cibin etrafını sardılar. Bunlar cıvıl cıvıldı. Öğretmenim diye selam verenler bile vardı. "Burada okul nasıl?" diye sordu İsmail, "Beş öğretmenli" dedi Müdür. "Anlaşılıyor. Çocukların konuşmalarından belli" dedi İsmail. Cemal söze karışmıyordu. Müdürü gören öğretmenler geldiler. Çok geçmeden üç tane katır getirdiler. Eşyaları yüklediler. Vedalaştılar. Müdür, şoför Sabri'nin cipiyle geri döndü. Öğretmenler kasabadan çıkıncaya kadar Cemal ve İsmail'i geçirdiler. Köyün çıkışı biraz yokuştu. Sonra geniş dereye iniliyordu. Cemal önden katırları çekiyor, asil öğretmen İsmail arkada yürüyordu. Bu kez elinde ağır bavulu yoktu. Daha kolay yürüyordu.
Kayalıkların sağında, yolun tepeyle buluştuğu yere varınca birden rüzgâr esmeye başladı. Zirvede ufak taş yığınları vardı. "Bunlar ne?" diye sordu. Cemal ot taşıyanların hayvan yükünü dengelemek için, hayvanlara taş bağladıklarını, tepe ve geldiklerinde attıklarını açıkladı. Tepenin diğer yanı geniş düzlükler ve kayalıklarla kaplıydı. Sanki başka bir dünyaydı. İsmail paltosunun içine gömüldü. Bir kayalığa ilişti "Dinlenelim" dedi. Bir sigara yaktı. Cemal'e de verdi. Sigaranın dumanını rüzgâra karşı bolca savurdu. Beş yüz metre kadar aşağıdaki kayalıklara geldiklerinde içini bir serinlik sardı. Kayaların arasından su sepiliyordu. Beyaz köpükler yeniden toplanıp eski durumlarına kavuşuyor ve akıp gidiyorlardı. Bir kenarda basit yapılmış su kanalı vardı. Cemal'e seslendi "Bu kanal nereye gidiyor?" Cemal arkasına döndü "Sapaca’ya" dedi. "Peki, Sapacalılar bu suyu mu içiyorlar" "Herhal" Kanalı geçtiler. Yol düzleşmişti. Yukarıdan gelen kuru dereye girdiler. Sellerin cilaladığı taşlar yürümeyi güçleştiriyordu. İsmail sol tarafa baktığında Sapaca’yı fark etti. Karşı meşeliğin altına sokulmuş, koskoca Kel Mehmet dağlarından şefkat bekler bir hali vardı. Meşeliğin üzeri sarp ama üstü düz masa' gibiydi. Gerileri uçsuz bucaksız sıra dağlardı.
Hilal kasabasından sonra Akduman köyüne giden yokuşa sardılar. Çok geçmeden köyün içine girdiler. Oynayan çocuklar hemen jeepin etrafını sardılar. Bunlar cıvıl cıvıldı. Öğretmenim diye selam verenler bile vardı. "Burada okul nasıl?" diye sordu İsmail, "Beş öğretmenli" dedi Müdür. "Anlaşılıyor. Çocukların konuşmalarından belli" dedi İsmail. Cemal söze karışmıyordu. Müdürü gören öğretmenler geldiler. Az sonra üç tane katır getirdiler. Eşyaları yüklediler. Vedalaştılar. Müdür, şoför Sabri'nin jeepiyle geri döndü. Öğretmenler kasabadan çıkıncaya kadar Cemal ve İsmail'i geçirdiler. Köyün çıkışı biraz yokuştu. Sonra geniş dereye iniliyordu. Cemal önden katırları çekiyor, asil öğretmen İsmail arkada yürüyordu. Bu kez elinde ağır bavulu yoktu. Daha kolay yürüyordu.
Altı saat gibi yürüyüşten sonra mezraya vardılar. Mezraya girişin sağı solu taş duvarlarla çevrilmişti. Bahçe duvarlarının gerisinden elma, armut ağaçları mezraya gelenlere dallarını sunuyor gibiydiler. Yol kayalık, kaya olmayan yerleri çamurluydu. Yer yer büyük ceviz ağaçları diğer ufak ağaçları koruyor gibiydiler. Yolun sağında bir beton çeşme vardı. Üzerinde "Bu çeşme Belediye Başkanı falan falan tarafından yaptırılmıştı" diye yazıyordu. Musluğundan su akmıyordu. İsmail içinden "şu politika" diye mırıldandı. Toprak damların üzerinde gelenleri gözleyenler çoğalıyordu. Bir ara damlardan birinden lulu çekildi. Yukarıdan aşağı gelenler çoğaldılar. Büyük meydandaki ceviz ağacının altındakiler kalktılar, gelenleri karşılamaya aşağı inmeye başladılar. Damların üzeri giderek kalabalıklaştı. Gelenlerden biri İsmail'in elindeki bavulu kaptı. Önden önden yürümeye başladı. Gelenler Cemal'le öpüşüp sonra İsmail'le tokalaşıyorlardı. Ortak noktalan "Selamünaleyküm" "Aleykümselam" kelimeleriydi.
Gelenlerin başlarında poçu sarılıydı. Gömlekleri kalın kumaştandı. Üniforma gibiydi. Pantolon olarak Şalvar giyiyorlardı. Hemen hepsi tek tipti. Sadece renkleri değişikti. Hakim olan renk açık yeşil, kahverengi ve kirli çimen yeşiliydi. Bellerinde kilim gibi dokunmuş kumaşlar sarılıydı. Bu kumanın üzerinde meşin kuşak veya renkli ipler bağlıydı. Yaşları ne olursa olsun hemen hepsinin sağ arka kabalarının üzerinde, üzeri simli tütün keseleri vardı. Bazı damlarda genç kızlar İsmail’i gösterip aralarında kikirdeşiyorlardı.
Aksam erken oluyordu. Aldıkları teneke sobayı lojmana kurdular. Gaz lambasını gaz yağıyla doldurdular. Yaktılar, odayı az da olsa ısıttılar. Kapının önünde kırılmıs odun vardı. Cemal "Odun getirmişler" dedi. "Evet" dedi İsmail. Okul inşaatından arta kalan tahta ve tuğlalardan sobanın iki yanında birer düz yer oluşturdular. Üzerine sünger yatakları yaydılar. Battaniyeleri de koyunca, tuğla ve tahta karışımı karyola yenisinden ayırt edilmiyordu. Tahta masayı bir köşeye kurunca oda sevimleşti. Bir ara Cemal dışarı çıktı. Döndüğünde elinde yorganlar vardı. "Aksam ayaz olur" dedi. Birer tane paylaştılar. Birer de battaniyeleri vardı. Şimdilik idare ederdi. İsmail sobanın üzerine çay suyu koydu. Lambayı düzeltti. Cemal "istersen onu söndürelim. Sobanın ışığı yeter" "Yansın" dedi İsmail. Cemal üsteleyince söndürdü. Sobanın ağzından çıkan kırmızı ışık duvarda gölgeler oluşturuyordu. Duvarı boydan boya kaplayan gölgelerini titreştiriyordu. Çay içip yemek yediler. İsmail yatağına uzandığında yorgunluğun ağırlığı üzerine çöktü. Sigarasını yaktı. İçi doldu. Göz pınarlından iki damla yaş yanaklarından süzüldü. "İyi ki Cemal lambayı söndürttü" diye düşündü. Evden ayrılırken "Kendine iyi bak, oralarda hastalanma" demişti karısı.
Sabahleyin erkenden kalktı. Dışarı çıktı. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Elli metre kadar aşağıdan geçen su kanalına yöneldi. Yüzüne çarptığı soğuk su içine serinlik verdi. Zindeleşti. içeri girdiğinde Cemal de kalkmış, iki yumurtayı sobanın üzerine koymuştu. Çay içip, yumurta yediler. Dışarı çıktılar. İsmail bir elinde bayrak tutuyordu. Cemal "Onu ne yapacaksın?" diye sordu. "Bayrak direğine geçireceğim" Cemal'in tedirgin olduğunu sezinledi. Çünkü akşam bu bölgedeki eşkıyaların yaptıklarını anlatmıştı Cemal. Ama okul bayraksız olmazdı. Bayrak direğine bayrağı çekti. Sınıfa girdi. Masanın üzerine gerekli defterleri düzenle dizdi. Okul açılabilir hale gelmişti.
Yarım saat kadar sonra okulun önü bayram yeri gibiydi. Gelenler en renkli elbiselerini giymişlerdi. Çocuklarla beraber erkekler, kadınlar da okula doluşmuşlardı. On iki yaşında olan erkekler de bile tütün kesesi ile uzun tesbihler vardı. İsmail'in dikkatini gelenlerin hemen hepsinde baston olması çekti. Sınıfa girenlerden on dört yaşından küçükleri ayırdı. Onları sıraya koydu. Sıralara tek tek oturttu. Önce ellerindeki bastonları ve tesbihleri topladı. Sınıfın bir kösesine yığdı. Bunlar olurken Cemal hiçbir şeye karışmıyordu. Bir köşede büyüklerle yavaşça konuşuyordu. Ders başlamıştı bile. İsmail bir konuşma yaptı. Cemal gelenlere döndü bir şeyler söyledi. Cemal konuştukça dikkatlice dinliyorlardı. Sonra alkışladılar. İsmail artık büyüklerin dışarı çıkmaları gerektiğini söyledi. Dışarı çıktılar. Okulun üzerinde halka halka oturdular. Tütün içmeye başladılar. Yeni gelenler önce pencereden içeri bakıyor, dışardakilerin seslenmesiyle onların yanına çömüyorlardı.
Günler birbirini kovalıyordu. Öğrenciler öğretmenlerine alışmaya başlamışlardı. Artık sabahları odun getiriyor, sobayı yakıyor, tahtayı siliyorlardı. Cemal de ilçeye dönmüştü. İlk günler yalnızlık zor geldi. Ama Sarı Mehmet İsmail'i sevmişti. Ara sıra gelir laflarlar, akşamlan çay içerlerdi. İsmail tütün sarmayı öğrendi. Mehmet ara sıra katırla Akduman köyüne iner, İsmail'in ihtiyaçlarını alır getirirdi. Tabiat şartlanın yıldıramadığı tek insandı. Kar olsun, yağmur olsun yine de yola düşerdi. Yalnız alınan mallar değerinin iki üç katıydı. İsmail buna razıydı.
Çocuklar yavaş yavaş Türkçe öğrenmeye başladılar. Sabahları "günaydın" diyorlardı. İlk günler çocuklara "dışarı çıkın" dediğinde kimse çıkmadığı gibi hepsi ayağa kalkıp "dışarı çık" diye hep bir ağızdan bağırıyorlardı. Ya da sınıftan içeri girince "Oturun" dediği zaman, kimse oturmuyor, hep birden "oturun" diye bağırıyorlardı. Bazen birbirleri gösterip "bu masa, bu sandalye" diye birbirlerini çağırıyorlardı. Günlerin akışı içeresinde bu acemilik ve bilmezlikler hızla akıyordu. Öğrencilerinin bir şeyler öğrenmesi ile İsmail tüm yorgunluğunu unutuyordu. O kadar ki eve mektup yazmayı bile ihmal ediyordu.
O akşam biraz üşütmüş olduğunu hissetti. Erken yattı. Terlemişti. Kapı vurulunca kalktı açtı. Gelen Memo idi. "Ben gelmişem öğretmen kardaş" diyordu. İçeri girdiler. Çay içtiler. Memo askerlik hatıralarını anlatıyordu. İsmail'e güveni yavaş yavaş artıyordu. Kaçakçılık maceralarını anlatırken uzaklardan silah sesleri geldi. Memo kalktı yerinden, lambayı söndürdü. Sobanın kapağını açtı. Yanan odunların üzerine su döktü. İçeriyi yanık kokusu aldı. İsmail ürkmüş ve korkmuştu "Ne oluyor?" dedi. "Yok bir şey". "0 halde neden söndürdün lambayla sobayı?" Memo pencerenin köşesinden perdeyi aralayıp dışarı baktı. Geri döndü. "Buralarda silah sesi duydun mu her bir şeyi karartacaksın. Ve de ses etmeyeceksin" dedi. "Peki kim bunlar?" diye sordu İsmail. "Ara sıra buralara eşkıya iner. Yiyecek falan alır giderler" diye fısıldadı Memo "Peki vermeyin sizde" diye İsmail fısıldadı "Olmaz, eşkıya bu. Ne yapacağı belli olmaz. Bazen komandolarla vuruşmaya tutuşurlar. Ölü bırakırlar kaçarlar". Ateş sesleriyle birlikte mezradaki çoban köpekleri önce uzun uzun havladılar. Sonra etrafı sessizlik kapladı. Memo kapıya yöneldi. "Dışarı çıkma" diye tembihledi. "Benim çocuklarım başında olmam gerek" Kapıyı açtı. Karanlıkta kayboldu. İsmail kapının arkasına kalın bir tahtadan dayak koydu. Pencereden dışarı baktı. Dışarısı ayazdı. Gökyüzü ıldır ıldırdı. Yıldızlar ara sıra yanıp yanıp sönüyor, aralarından kayanlar oluyordu. Yatağına uzandı. Nefesini bile sessiz almaya çalışıyor, dışarıyı dinliyordu. Memo'nun"Ara sıra burayı eşkıyalar basar" sözleri aklına geldi. Söküldü yorganının altına. Hava soğuk olmasına rağmen terlemişti. Gözlerinin önüne beyaz kumaşlara dolanmış korkunç kılıklı adamlar geliyordu. Bu korkulu bekleyişle uykuya daldı.
Sabahleyin kapı çalınmasıyla kalktı. Saatine baktı. İnanamadı. Saat altıydı. "Memo’dur" dedi kendi kendine. Akşam olanları unutmuştu, kapıyı açtı. Karşısında bir üsteğmen duruyordu. Selam verdi. Karşı meşeliklerin altında da komandolar vardı. Bazıları ateş yakmışlar üzerinde bir şeyler pişiriyorlardı. Üsteğmen "Okulu açtınız mı?" diye sordu. "Evet" dedi İsmail. Şaşkınlığı hala geçmemişti. Kendine geldi. "İçeri girelim komutanım" "Son geldiğimizde okul inşaatı yapılıyordu. Biz, mezrada konaklayacağız." dedi üsteğmen. Komandolara döndü "Asker buraya iki kişilik kahvaltı getirin" diye emretti. Askerlerin arasından "Baş üstüne komutanım" sesi geldi. Üsteğmen okulun aşağısına doğru indi. Boş binalara bakacaktı. "Hemen gelirim" dedi. 0 ara uzun boylu esmer bir komando elinde bir tepsiyle içeri girdi. Kahvaltıyı getirmişti. "Gel asker arkadaş" dedi İsmail. Tepsiyi komandonun elinden alırken yavaşça seslendi. "Nerelisin?" Asker "Sivaslıyım" dedi. "Sen nerelisin?" Kulaklarına inanamadı. Gözleri doldu. Bu dağın başında bir hemşerisiyle karşılaşmak kadar güzel bir şey olamazdı. "Ben de Sivaslıyım" dedi. "Neresinden?" "Gemerek" "Ya sen?" "Ben Şarkışla." Üsteğmen aşağıdan dönüyordu. Komando döndü: "Vah hemşerim vah! Senin de bizden farkın yok. Bu dağlar seni de yutmuş" diye fısıldadı. Dışarı çıktı. Üsteğmen içeri girdi. Kahvaltıya başladılar "Geçen geldiğimizde aşağıda boş bir ev vardı. Oraya baktım." "Nasıl?" "Yine duruyor" "Burada kalabilirseniz lojman kısmını ayarlayabiliriz." dedi İsmail. "Sağ ol, biz kendi başımızın çaresine bakarız. Burası okul, senin yardımın gerekirse isteriz" dedi. İsmail "Komutanım gece silah sesleri duydum" "Evet, mezraya girerken kayalıkların oradaki kaynağın gerisinde pusu kurduk. Gece bazı karaltıların evlerden yana geldiğini gördük. Ateş açtık. Onlar da bize açtılar. Kaçtılar. Meşeliklerde yaptığımız aramada kan izlerine rastladık. Birkaç ufak heybe bulduk, içlerinde mermi ve el bombalan vardı. İsmail "tamam" dedi "Akşam Memo bunlar eskiyadır demişti" "Memo da kim?" "Burada anlaşabildiğim tek adam" "Ha şu sarışın Memo mu?" "Evet. Siz de tanıyor musunuz?" "Evet geçen geldiğimizde kılavuz olarak bize yardım etmişti." dedi. İsmail meraklı şekilde sordu. "Yine gelirler mi?" Üsteğmen kendinden emin cevapladı: "Yok, biz varken cesaret edemezler." Birer bardak daha çay içip dışarı çıktılar. Öğrenciler gelmiş, okulun önünde sıra olmuşlardı. İsmail sırayla hepsini içeri aldı. Andı okuttu. Kalemi kalmayanlara kalem dağıttı. Üsteğmen komandolarıyla mezrayı dolaşıyordu.
Yeni, aydın bir gün başlamıştı. "Artık geceleri Memo'ya lambayı söndürmek yok, en çok ışık verecek şekilde açalım" diyecekti. Sınıfın penceresinden dışarı bakarken bunları düşünüyordu. Geceleri puhu kuşlarının, çakalların ulumasından tedirgin olmayacaktı. Hatta akşamları, getirdiği romanlarını bile okumaya başlayacaktı. O öğretmendi. Diğer evlerde gece karanlıklarında ışık olmasa bile onun penceresi ışıyacaktı. Zaten öğretmen olmak bu değil miydi? Işık olmak, aydınlık olmak?...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.