Ünver PAZARLI
Kimlik mücadelesi
Kimliğini tanımlama, insanlar için çok büyük önem arz eder."Kim olduğunu, hangi kökenden geldiği, nasıl yaratıldığı" soruları mitolojilerin doğmasına yol açtı. Bütün insanlar, ortak temel yapılara sahip olmalarına rağmen, başka olmayı, ilginç olmayı, üstünlüğü ele geçirmek sevdasını bütün tarih boyunca hep taşıdı. Bunun sonucunda kültürel ve onun somut bir sonucu olan güç çatışmaları ortaya çıktı. Öyle ki, dünya, tarihten silinmiş medeniyet mezarlıklarıyla doludur. Güçlü medeniyetler yaşamış, güçsüzler ise ortadan kalkmış veya başka bir medeniyetin içinde devam etmiştir. Ancak dünya milletlerinin farklılığı ve renkliliği hep sürmüş; küreselleşme denen en büyük kültürel felakete rağmen günümüzde de devam etmektedir.
Bugün teknolojinin baş döndürücü ve akıllara sığmayan bir hızla gelişimine devam etmesi karşısında insanlık, farklı beklenti ve tepkileri birlikte yaşamakta. Teknolojik gücü elinde bulunduranların baskı ve tehdidi altında yaşamakta, bilim ve teknoloji araç olmaktan çok amaç olmaya dönüşmüş bulunmaktadır. "Acaba insanlar mı gücü yanlış kullanıyor, yoksa güç mü insanları insanlıktan çıkarıyor?" sorusu bir münazaradan başka bir şey ifade etmiyor. Ancak gerçek olan bir şey var ki; dünyayı sömürenler, yalnızca maddî kaynakları değil, insanı insan yapan ne kadar değer varsa ortadan kaldırıyorlar.
Günümüzde emperyalizmin maddî ve manevî hayatımızda yönlendirmediği hiçbir alan yoktur. Dinî mitolojiye aşırı derece düşkün olan Batı medeniyeti, kendilerine dönüştüremedikleri insanları, dini sembol ve geleneklerle yaşatma eğilimindedirler. En basitinden müzik notalarının anlamlarından, üniversitelerdeki hiyerarşik kurum ve makam anlamlarına bakıldığında bile bunu fark etmek mümkündür...
Dünyadaki güç mücadeleleri ve onun soyut alandaki uzantısı kültürel savaş çok boyutlu ve çok yönlü olarak devam etmektedir. Bizim de içinde bulunduğumuz Doğu kültür ve medeniyeti çok kültürlülüğe, çok farklı sesliliğe ve değişik dinlere tahammüllü bir kültürel anlayışa sahiptir. Batının ise temeli ırkçı ve sömürgeci bir kimliğe sahip olduğundan, hiçbir zaman insanlık için bir umut olamamıştır. Bu gün dahi küçücük Belçika gibi bir ülkede bile Flemenkler ve Valonlar ayrılma kararı almış, ancak Birleşmiş Milletler ve NATO’nun baskısıyla kaç yıldır birlikte yaşamaya çalışmaktadırlar. Ancak, Batı uluslarının başka medeniyetlere değil, birbirleriyle dahi yaşamaya tahammülleri yoktur. İspanya, İtalya, Almanya ve İngiltere gibi ülkeler de bu yüzden parçalanmaya aday ülkelerdir.
Birlikte yaşama kültürleri böyle pamuk ipliğine bağlı milletlerden Türkiye ve İslam dünyasını anlamaları imkansızdır. Bugün bakiyesi bulunduğumuz Osmanlı İmparatorluğundan 64 devlet çıkmış veya tersinden okumak gerekirse 64 devlet Osmanlı’da yüzyıllarca birlikte hayat sürmüş, hiçbir kimlik kaybı yaşamamışlardır. Tıpkı büyük şairimiz Yahya Kemal’in
"O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi"
mısralarında anlattığı gibi... Bugün bu ülkelerin içinde emperyalizmin gazabına uğramamış ülke yok gibidir.
Neredeyse şehir şehir bölünme eğiliminde olan, kiliselerini bile kendi milletlerine göre tasnif eden Batı medeniyetine ait bütün devletlerin, Türkiye ve bütün İslam ülkelerini değişik isimlerle parçalama eğilimlerini anlamak hiç zor değildir. Ancak bu gayretleri boşunadır. Çünkü, İslam dünyası, kendi halklarına yabancı olan birçok kiralık liderlerine rağmen, kendi kimliğine sarılma ve fabrika ayarlarına dönme aşamasındadır. Bizim kurtuluşumuz kendi kimliğimizi tanımaktan geçerken , Batının kurtuluşu ise başkalarını iyi tanımak ve anlamaktan geçmektedir.
İnsanların hangi toplumda, hangi cinsiyette, hangi ailenin çocuğu olarak doğduğu, kendisi dışında tecelli ettiğinden, sorgulanamaz ve saygı değer bir durumdur. Yani hiç kimsenin "Ben niçin bu ülkede doğdum?", "Niçin bir iş adamının çocuğu olmadım?" gibi saçma sorulara hakkı olmadığı gibi, her insanın yaşadığı aile, toplum ve medeniyete katkı ve hizmet borcu vardır. Hele hele güçsüz ve çaresiz millet çocuklarının güçlülere karşı eğilip büzülmeye hiç hakları yoktur. Bu konudaki açığı iyi gören dünyanın şer aktörleri, insanların eksik yönlerini istismar ederek, kendilerine hayranlık besleyen ve hizmet eden "gönüllü köleler" buldular. Kendi kimliğine yabancı, kendi değerlerine düşman, atalarına küfreden insanlar yetiştirdiler. Bu, dünyadaki en büyük felaketlerin başlangıcı oldu. Bizim medeniyetimiz de bundan fazlasıyla nasibini aldı...
Sanatını, yazısını, geleneklerini, eğitimini, ahlakını başka medeniyetlere göre düzenleyen milletler, kendilerine ait bir medeniyetleri olduğunu iddia edebilirler mi? Peki, kendi medeniyetleri olmayan milletlerin ruhunu kaybetmiş bir bedenden, daha doğrusu bir ölüden farkı var mıdır? Ya Türk insanını bundan yüz yıl öncesini anlayamayacak kadar tarihî ve kültürel köklerinden mahrum bırakan aydınlarımızın hiç kabahati yok mudur? Söz sırası gelince demokrasiyi yere göğe sığdıramayanların, başkalarına ait bütün değerleri tartışmaya bile fırsat vermeden millete dayatmalarına ne demek gerekir? Dünya milletlerinin kimlik mücadeleleri bizi hiç ilgilendirmeyecek mi? Ne zamana kadar kendi kültürüne yabancı insanlar yetiştireceğiz?
Bir ülkedeki hiçbir derdin mayası o ülke ile sınırlı değildir. Bunu teşhis edememek, birçok yanlış tedaviyi beraberinde getireceğinden, kimsenin yanıltıcı metodlar kullanmaya hakkı yoktur. Bizi kendimizden uzaklaştıran sebepleri ve çözüm yollarını bulmalıyız. Ayrıca, insanımızı kendi kültürel değerleriyle barışık, dünyadan haberdar bir hüviyete kavuşturmamız gerekir. Bizim kimliğimiz Aristo, Beethoven, Newton, Shekespeare gibi evrensel değerler kadar, onlara bu anlamı katan Farabi, Itrî, Piri Reis, Fuzûlî’yi tanımaktan geçer. Ümitli olmak için sebep çok, ümitsizliğe ise hakkımız yoktur.
Derya gibi bir nesil rüyasında uykumun
Fışkırır sel gibi pınarları yurdumun
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.