Efendi BARUTÇU
Gün Sazak; Bir şehidin yolculuğu-20 (Şehadetin bir işareti)
ŞEHADETİN BİR İŞARETİ AHMET ER’İN RÜYASI:
Mayıs ortasında bir gün Ahmet Er, Gün Bey’in odasına girdiğinde içeride birkaç arkadaş sohbet ediyorlardı. Oturup konuşulanları dinlerken ikide bir başını çevirip Gün Bey’e bakıyordu. Halinde bir gariplik seziliyordu. İnsan, çok sevdiği, uzun zamandır görmediği ve özlediği bir kimseye böyle bakardı. Bir an gözlerini kaçırıyor, önüne bakıyor, sonra aynı özleyiş yüklü, sevgi dolu bakışlarını Gün Bey’e çeviriyordu. Sanki biraz şaşkın ve ürkekti.
Biraz sonra yutkunarak ve kelimeleri seçerek konuşmaya başladı:
‘’Gün Bey’im rüyamda seni gördüm…’’
’Hayırdır inşallah…’’
Gün Bey, Ahmet Er’e ayrı bir yakınlık duyardı. Onun dalgalı, coşkun, sevimli, çoğu zaman çocuksu hallerini iyi bilir, ona sıkça takılırdı. Tasavvuf deryasından damlalar saçtığı zaman büyük bir hazla dinlerdi. Çoğu zaman onunla sohbet etmek, uçsuz bucaksız alemlere kanat açmak demekti. Ahmet Bey’i evinde misafir etmekten hoşlanır, fırsat buldukça emrivaki ile alır götürürdü.
Şimdi gülümseyerek rüyayı anlatmasını bekliyordu.
‘’Seni bir mecliste gördüm. Huzur dolu, ferah, güzel, muhteşem bir alem; Allah biliyor, oradaki havayı, oradaki ışığı, renkleri ve oradaki insanları tarif etmeye benim gücüm yetmez. Seçilmiş, nimet verilmiş, övülmüş insanlar arasındaydın. Herkesin yüzü nurlu, huzurlu; herkesin herkesi sevdiği hallerinden anlaşılıyordu. Sen onlardan biriydin; giydiğin elbise sahip olduğun yüksek rütbeyi gösteriyordu.
Size yakındım ama yanınıza varamıyordum, aranızda ne konuştuğunuzu duyamıyordum, buna izin yoktu; sadece bakıyor, seyrediyordum. Size öyle imreniyor, aranızda olabilmeye öyle özeniyordum ki, içimde garip bir sızı uzayıp gidiyordu. Ama seni o seçilmişler arasında gördüğüm için de yüreğimde sevinç duyuyordum…
Uyanıp rüyayı hatırlayınca aynı sevinci hissettim. Senin, Allah’a bizim fark edemediğimiz bir yakınlığın olduğunu düşündüm…’’
MHP Genel Merkezi’nde Ahmet Bey’in rüyasını duymuş olanlar, Gün Bey’in dürüstlüğü, temiz yürekliliği ve hayırseverliği ile bağdaşan yorumlar yapıyorlardı.
Gün Bey, o akşam evde eşine ‘’Bizim Derviş Ahmet, beni düşünde görmüş…’’ diyerek ondan dinlediklerini anlatır.
Altınkaya Baraj ihalesi alındıktan hemen sonra Gün Bey, Mehmet Sert’le birlikte Amerika’ya gitmeye hazırlanır.
Fakat Gün Bey bir gün önce ani bir karar değişikliği ile bu seyahatten vazgeçer. Mehmet Sert’in ısrarına rağmen ona Amerika’daki işleri kendisi olmadan da halledebileceklerini söyleyerek yolculuğa çıkmaz.
26 Mayıs akşamı Gün Bey, akşam saatlerine kadar iş yerinde kalır.
O gün Türkeş İstanbul’a gidecektir. Daha önce Gün Bey’le beraber gidip birkaç gün orada çalışmayı kararlaştırmışlardı.
‘’Gün Bey, gel beraber gidelim, beni İstanbul’da yalnız bırakma.’’
‘’Efendim, bugün çiftliğe gitmem gerekiyor. Buradaki işleri de birkaç gün içinde toparlarsam ondan sonra İstanbul’da size katılırım.’’
Çiftlik Gün Bey için başka bir dünyadır. Burası, babasından, dedesinden yadigar bir huzur alemidir.
Gün Bey, çiftliği, kuracağı bir vakfa devretmeyi düşünmektedir. Burada Ziraat Fakültelerinde ve tarım meslek liselerinde eğitim gören öğrenciler için uygulama çalışmaları yapılan bir eğitim düzeni kurulacaktır.
Bu düşünce, babası Emin Bey’in bir zamanlar kurduğu bir hayalin de gerçekleşmesini sağlayacaktır.
Yayalar’a dönen Gün Bey arazide gezintiye çıkar. O gün son derecede neşelidir, büyük küçük herkese takılır, şakalaşır.
Akşam yaklaşınca Ankara’ya yola çıkmak için hazırlanırlar. Ankara’ya ulaştıklarında saat dokuza yaklaşıyordu. Kırkpınar Sokak’a girerler.
Barış Apartmanı’nın önünde arabayı park eden Gün Bey:
‘’Haydi geçmiş olsun.’’ diyerek kapıyı açıp iner ve eşyaları almak için arabanın arkasına geçer bagajı açar. Birden ortaya çıkıp ardına yaklaşan karanlık gölgeyi fark etmemiştir.
Bir silah patlar, patlamalar seri olarak arka arkaya gelmektedir.
Bir daha!
Bir daha!
Bir daha!
Gün Bey yere düşmüştür.
Arabadan inmekte olan Nilgün Hanım silah sesleriyle sarsılır, bir çığlık atar. O an olup biteni kavramaya çalışmaktadır.
Ürperti içinde gözleriyle Gün Bey’i arar. Elinde tabanca olan o adamla göz göre gelir. Gözleri dehşet içinde yuvalarından fırlamış ve ağzı çarpılmış iğrenç surat hafızasından hiç silinmeyecektir.
O anda arkadan biri daha çıkıp yola fırlamıştır. Gırtlağını yırtarcasına nara atarak, delicesine koşarak geçer gider. Nilgün Hanım çığlık atarak yerdeki kocasına sarılır.
13 yaşındaki Ergün atılıp babasının belindeki tabancayı almaya uğraşır; silahı alıp katillerin ardından koşmaya yeltendiği sırada genç bir adam onu omuzlarından kavrayarak durdurur.
Gün Bey’in başı yerde, gözleri gökyüzüne dikilmiş, boylu boyunca yatmaktadır. Başının altında kan göllenmiştir. Gün Bey’i yerden kaldırırlar telaş içinde bir minibüse taşırlar.
Hacettepe Hastanesi’ne doğru hızla yol almaya başlarlar. Gün Bey’in vücudundan kan boşalmaktır.
Hacettepe’ye ulaşırlar. Gün Bey sedye ile ameliyathaneye götürülür.
Bekleyiş uzun sürmez, biraz sonra doktorlar gerçeği açıklar:
Gün Bey, hastaneye ulaşmadan önce bu dünyayı terk etmişti, …
Nilgün Hanım’ı eve götürürler. Ev kalabalıktır.
Haber yayılmaya başlayınca eve koşup gelenler her dakika artmaktadır. Şimdi sokak polis ve inzibat askerler tarafından tutulmuştur.
Yakıcı haber ilk dakikadan itibaren telefonlarla hızla yayılmıştı. MHP’nin ve Ülkücü kuruluşların yöneticileri, milletvekilleri, Gün Bey’in dostları, iş arkadaşları, gazeteciler de Kırkpınar Sokağı’na akıyordu.
Herkes sarsılmış, acılı, öfkeli ve çaresizdi.
Yanında birkaç kişiyle Ankara Sıkıyönetim Savcısı Nurettin Soyer eve gelir, Nilgün Hanımla konuşmak ister.
Adamın yüzünde donuk, umursamaz bir ifade vardır. Ses tonu da aynı havayı aksettirir:
"Hanımefendi, kocanızın düşmanı var mıydı, biliyor musunuz?’’ bu soru ve adamın tavrı Nilgün Hanıma tuhaf gelir:
‘’Kocamın düşmanları vatan hainleriydi!’’
MHP Genel Merkezi ana-baba gününe dönmüştü. Herkesi saran acıya, içlere sığmayan öfkeye rağmen garip bir sükûnet havası vardı. Ankara’nın her yerinden akın akın insanlar geliyordu.
Türkeş İstanbul’daydı, evinde haberi aldığı an sarsılmıştı. Hemen ardından bütün Türkiye’de teşkilatlara sükûnet içinde olunması ve yanlış hareketlere, çatışmalara engel olunması için talimat ve ikazların ulaştırılmasını istemişti.
Parti ve ülkücü kuruluşların yöneticileri için acıya kapılmak, yas havasına girmek, öfke içinde boğulmak hakkı yoktu. Onların üstünde şimdi çok ağır bir sorumluluk vardı. Söylenenler hep aynıydı:
‘’Gün Sazak’ın vurulması, Türkiye’de bir iç savaş başlatılması hesaplarını yapanların tezgahıydı. Amaç, Milliyetçi Hareket kitlesinin topyekûn bir öfke patlamasıyla ayağa kalkışması ve ülkede yaygın bir çatışmanın başlatılmasıydı. Katillerin kimliği, örgütü, fraksiyonu gibi teferruatın hiçbir önemi yoktu. Katiller ve onların bir avuç maceraperestten oluşan örgütü, bu kanlı oyunda en uçta kullanılan maşadan başka bir şey değildi. Ülkücüler bu oyuna düşmeyecekti.’’
Başbakan Demirel olayı sıcağı sıcağına öğreniyor, İçişleri Bakanlığı’na vekalet eden Orhan Eren ve bazı bakanlarla toplantılar yapıyordu.
Televizyondan saat 23.00’te yapılan yayınla bütün Türkiye olayı öğreniyordu. Biz de Eskişehir Cezaevi’nde Ülkücüler koğuşunda televizyon haberlerinden aynı saatte öğrenmiştik ve koğuşumuzun ortasına adeta bir top mermisi düşmüştü. Hafızam bir anda geriye gitti. Bursa’da öğrenciyken 1972 senesinde Bursa’ya gelirken Bursa girişinde, Kestel civarında, Gün Bey’i ilk defa orada, Türkeş Bey’in yanında görmüştüm. Sonra 1975 bahar aylarında Bursa’dan bir otobüs dolusu Ülkücü Eskişehir il kongresine katılmak üzere gitmiştik. Gün Bey divan başkanıydı. İkinci kez orda görmüştüm. Bir de bir veya iki sene önce Gün Bey büyük başıyla Eskişehir cezaevine Ülkücü tutukları ziyarete gelmişti. İdare binasında, müdür beyin odasında sohbet etmiştik. Ve şimdi
Türkülerde, masallara ve hayatın içinde sık dile getirilen bir sözdür:
‘’Kara haber tez duyulur…’’
Acı haber durmuyor, her yere herkese ulaşıyordu. Ulaştığı her yüreği dağlıyordu.
Acı ve öfkenin, sabır ve tevekkülün, intikam çığlıkları ve duaların yüreklerde yoğrulduğu, kâbus içinde sürüp giden uzun bir gece…
Nilgün Hanım, Ahmet Er’i görünce o sakin halini kaybediyor, gözyaşları boşanarak sarılıyordu:
“Ahmet Ağabey! Gördüğün rüya bu muydu, ağabey?..’’
Ahmet Bey’in gözlerinden de yaş akıyordu.
Devam edeceğiz…
Aziz şehide veda…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.