Efendi BARUTÇU
Fatih ve Büyük Fethin Nişanesi Olarak Ayasofya’ya Dair-4
Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi dış politikada da Türkiye’ye olan bakışı ılımlı bir iklime dönüştürdü. Ve Ayasofya’nın müze olarak açılmasından 8 gün sonra da Atina’da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Balkan Paktı imzalandı. Türkiye bölgesinde genç bir ülke olmasına rağmen ilk kez bu kadar etkin bir barış gücü rolü üstlendi. Birçok yabancı heyet İstanbul’u ziyaret etmeyi, Türkiye ile alakalı yabancı basında oldukça olumlu analizler yazılmaya başlandı. Yazıların odağında da çoğu zaman Osmanlı’nın devam edeceği korkusunun yavaş yavaş terkedildiği ve yeni cumhuriyetin başka bir devlet olduğu fikri vardı.
Ancak bu dönemden sonra müzenin kiliseye dönüştürülmesi konusunda da baskılar yapıldı. Zira 1952 senesinde Türkiye’ye gelen Patrik Atenegoras, dönemin Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’dan, Ayasofya’nın kiliseye çevrilmek üzere kendilerine verilmesini istemişti. Bu haber üzerine 1944 Türkçülük- Turancılık davasının önde gelen isimlerinden, büyük mücadele adamı Osman Yüksel Serdengeçti bir yazı yayınlayarak, Ayasofya’nın kilise yapılmasına karşı çıkmıştı. Bunun üzerine birtakım işgüzarlar Serdengeçti’nin aleyhine ‘Millî mukavemeti kırdığı, Türk Yunan dostluğunu ihlal ettiği’ iddiasıyla Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde bir kamu davası açtırmışlardı. Davaya konu yazının daha doğrusu seslenişin bir kısmı şu şekilde idi:
Ey İslam'ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!
Şerefelerinde fethin, Fatih'in şerefi,
Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!..
Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?
Hani minarelerinden göklere yükselen,
Ta maveradan gelen ezanlar?...
Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?...
Hani nerede?
Şu muhteşem minberde,
Binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde,
Şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?...
Ayasofya! Ayasofya!...Seni bu hale koyan kim?
Serdengeçti’nin mahkemedeki savunması çok vurucudur:
“Muhterem hâkimlerim!
Böyle bir yazıya nasıl olur da 161. maddenin ağzıyla; ‘milli menfaatleri kırıcı’, ‘halkın maneviyatını bozuyor’, ‘düşman karşısında memleketin mukavemetini azaltıcı’, ‘yabancılarla işbirliği yapmak’ gibi bizi çileden çıkaran, can düşmanımız komünistlere isnat edilebilecek en şeni, en deni suçlar bize isnat edilebilir?
İddia makamının diğer bir iddiası da şudur: Biz Türk-Yunan dostluk münasebetlerini bozmuşuz. Bir kısım vatandaşlar arasına nifak sokmuşuz. Ağlar mısın güler misin?
Bidayette söylediğim gibi savcılık bu davayı yanlış yere getirmiş. Dosyayı Yunanistan’a gönderseydi daha iyi etmiş olurdu.
İstanbul’un, hatta İzmir’in Yunan olduğunu söyleyen, bunun üzerine şiirler, kasideler yazan Yunan muharrirlerini, şairlerini Yunan hükümeti teşvik ederken, Ayasofya’da tekbir sesi, ezan sesi işitmek isteyen bir insanı bizimkiler vatana ihanet suçuyla ağır ceza mahkemelerine sevk ediyorlar.
Bu mukayese beni çıldırtıyor! Sanki karşımda iddia makamında Müslüman bir Türk’ü değil, Athenagoras’ın mümessilini görüyorum. Ürperiyorum!
Din gayretiyle, iman gayretiyle kurtulan, şehitler ve gaziler memleketi olan bu memlekette, kendi öz vatanımızda, kendi vicdanımızın, kendi imanımızın, kendi tarihimizin sesini duyurmak, neden-niçin hangi ölçülere göre suç oluyor?
1960 Sonrası Ayasofya’nın Camii’ye Dönüştürülme Teşebbüsleri
Ayasofya’nın yeniden ibadete açılma istekleri 1960’tan sonra özellikle milliyetçi muhafazakar aydın çevrelerde önemli bir gündem maddesi olarak yer almıştır. Milli Türk Talebe Birliğinin 18 Mart 1965’te Bursa’da yapılan kurultayında Genel Başkanlığa seçilen Rasim Cinisli (Daha sonra Adalet Partisinden ve Demokratik Partiden toplam 8 yıl milletvekilliği yapmıştır.) konuyu yeniden gündeme taşımış hatta TBMM’de AP, CKMP, Millet Partisine mensup milletvekilleri tarafından konu meclise taşınmış ama sonuç alınamamıştır.
Dönemin canlı şahitlerinden o tarihte İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi, halen Ankara’da yaşayan 84 yaşındaki Özer Ravanoğlu anlatıyor:
‘’MTTB Genel Başkanı Rasim Cinisli’nin çağrısı üzerine binlerce üniversite öğrencisi Ayasofya’da toplu namaz kılmak üzere harekete geçmiş ama dönemin İstanbul Valisinin talimatı üzerine Ayasofya Camii’nin etrafı tanklarla çevrilerek buna fırsat verilmemiştir.’’
16 Şubat 1976’da Türkiye Cumhuriyeti Beyrut Büyükelçiliği Başkatibi Oktar Cirit’in ASALA militanları tarafından şehit edilmesi üzerine İstanbul Ülkü Ocakları hadiseyi telin etmek maksadıyla Beyazıt’tan başlayan ve on binlerce öğrencinin katıldığı bir büyük miting ve yürüyüş düzenlemişti. O miting ve yürüyüşte bizzat yer alan İstanbul Ülkü Ocakları Eski Başkanlarından Abdullah Kederoğlu ve o tarihte üniversite öğrencileri Mehmet Demir ve Alparslan Alparslan’ın anlattığına göre yürüyüş kolları Ayasofya Camii’n önünden geçerken binlerce ülkücü genç Ayasofya’nın etrafındaki demir parmaklıkları aşarak -polisin gençleri coplayarak yaptığı bütün engellemelere rağmen- camii’nin içerisini doldurmuşlar, üniversite öğrencisi Urfalı Ali Bağmancı (Merhum) Camii’nin içinde yüksek bir yere çıkarak ezan okumuş, arkasından o tarihteki İstanbul Ülkü Ocakları Başkanı Merhum Mehmet Gül bir konuşma yapmış, birçok gençte Camii içinde münferiden namaz kılmışlardı. Polisin çok sert ve acımasız müdahalesiyle Camii boşaltılmıştı. Daha sonraki yıllarda da gerek Ülkü Ocakları gerek Nizam-ı Alem Ocakları gerekse Alperen Ocaklarına mensup gençlik grupları benzeri eylemler sergilemişlerdi. BBP’nin Merhum Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu değişik zamanlarda Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması konusunu kamuoyuna dile getirmişti.
Bu arada 2010 yılı Mayıs ayında, dönemin Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt, arşiv kayıtlarında Ayasofya’nın tapusunun bulunduğunu açıklar. 19 Kasım 1936 tarihli tapu kaydında yapının Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı’na ait olduğu görülür. Tapu kaydının bulunması üzerine Murat Bardakçı Türkiye’de kadastro çalışmalarının 1930’lu yıllardan sonra başladığını belirterek, belgenin Cankurtaran Mahallesi’nden kadastro geçirilmesinden sonra yapılan kaydı gösterdiğini ifade eder ve haklıdır. Ayasofya’nın mülkiyeti ile ilgili asıl önemli olan belge Fatih Sultan Mehmet’in Ayasofya Vakfiyesidir bu manada. Ancak şu bir gerçektir ki 19 Kasım 1936’da düzenlenen belge Ayasofya’nın cami hüviyetinin hiçbir zaman bozulmadığının delilidir.
Ayasofya'nın tekrar cami olma süreci ilk olarak 2005 yılında başladı, 2005 yılında yargıya taşınan olay Danıştay 10. Dairesi tarafından reddedildi.
Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı ve MHP Eski Milletvekili Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu anlatıyor: (Bu satırları yazarken kendisiyle bizzat görüşerek teyit ettirdim)
2012 yılında Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması için -gerekçelerimi ve tarihi belgelerimi de ekleyerek- TBMM Başkanlığı’na bir kanun teklifi verdim. Bu teklifim ilgili komisyona havale edilmedi. Mevzuata göre 45 gün içerisinde komisyona havale edilmeyen kanun teklifleri direkt olarak meclis genel kurulunda ele alındığı için bu defa meclis genel kurulunda gündeme alınması için müracaat ettim. Yine cevapsız kaldı. Aynı kanun teklifini 2015 yılında aynı yollarla tekrarladım. Bu teklifim de sonuçsuz kaldı. Bu arada adı bende mahfuz bir önemli adam beni telefonla arayarak “Hoca siz değerli bir ilim adamısınız burası Hıristiyan dünyası için çok önemlidir. Bu tekliflerinizden vazgeçin önünüzü açalım” dedi, ben şiddetle reddettim.
2016'da tekrar açılan dava da Haziran 2018'de açıklanan karar ile aynı şekilde sonuçsuz kaldı. Temmuz 2016'da Ayasofya Müzesi'nde düzenlenen Kadir Gecesi programında, 85 yıl aradan sonra sabah ezanı okundu. Diyanet TV'nin Ramazan ayı boyunca Ayasofya'dan "Bereket Vakti Ayasofya" adlı sahur programını ekranlara getirmesine Yunanistan'dan tepki geldi. Ekim 2016'da Müze'nin ibadete açık olan bölümü Hünkar Kasrı'na, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından uzun yıllardan sonra ilk kez asaleten imam atandı. 2016 itibarıyla Hünkar Kasrı bölümünde vakit namazlar kılınmaya ve minarelerinden Sultanahmet Camii ile 5 vakit çifte ezan okunmaya başlandı.
Tekrar başa dönersek, bu işi İstanbul’un yeniden fethi gibi abartılı ifadelerle takdim etmenin, Hıristiyan dünyasına karşı bir meydan okuma tavrına dönüştürmenin -psikolojik tatminden siyasi propagandadan öte- kimseye bir faydası olmayacaktır. Geç de olsa bu kararı alan yüksek yargıya ve -niyetleri ne olursa olsun- siyasi iradeye müteşekkiriz. Ayrıca bugün “Fatih”liğe özenenler unutmamalı ki “Konstantiniye’yi” kuşatıp alamayan Emevi Ordusundaki sahabe Eyüp Sultan’ın imanı Fatih’in imanından daha zayıf değildi. Büyük Fatih İstanbul’u devrin en ileri teknolojisi ile fethetti. “Türk’ün iman ve bilek gücü kadar bilgiye de sahip olması gerektiği” unutulmamalıdır. Her kim rıza-yı bari ve Fatih’in vakfiyesini yerine getirmenin dışında bir hesap ya da riyakarlık yaparsa onlar er veya geç Allah’ın ve Türk milletinin tokadını mutlaka yiyecektir. Bu açılış esnasında şaşalı törenler yerine Müslüman Türk’e yaraşır bir vakarla sade bir merasim tercih edilmelidir. Ve de “Ayasofya siyasete değil ibadete açılmalıdır.”
Son söz; ilk başta denildiği gibi Ayasofya’yı siyasete açma çabaları yerine merhum Prof. Dr. Halil İnalcık’ın şu sözlerini daima aklımızda tutalım:
“Batı, İstanbul’un fethini ve Ayasofya’yı hiçbir zaman unutmadı.”
Türkiye hangi durumda olmalıydı ki Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması daha anlamlı olurdu. Bunu da nasip olursa ileriki haftalarda yazacağız.
* Bu yazı dizisi Geçtiğimiz günlerde Mefkure Mektebi Sohbetleri çerçevesinde değerli tarihçilerimiz Prof. Dr. Altan Çetin ve Dr. Galip Çağ beylerle uzaktan eğitim/zoom programı üzerinden yaptığımız sohbet ve değerlendirmenin özetidir.
Düzeltme: Yazımızın birinci bölümündeki Gazi Mustafa Kemal Atatürk askeri ve siyasi bir dehadır sözü biraz iddialı bir ifade olmuştur. Doğrusu “askeri bir dehadır”, siyaseten de kendi hedefleri hususunda başarılı olmuştur.
Yine yazımızın birinci bölümünde mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı bu anlamda değerlendirmek şimdilik erkendir cümlesine ilaveten bunu zaman içerisinde tarih kayıt edecektir sözlerini de ilave etmek isterim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.