Nebil ALPARSLAN
Dedeme mektuplar (1)
Sevgili dedem;
Beka âlemine göçelin handiyse elli yıl. Artık ben dahi dedeyim. Dünya nasıl diye sorarsan, ne yazık ki seveceğin gibi değil. Her şey hem çok değişti, hem de çok hızlı koşuyor.
Geçen yaz gittim köyümüze. Kocadere’deki buğday tarlalarını çakırdikenler, deve dikenleri, böğürtlenler, hayıt çalıları basmış. Ne zamandan beri ekilip biçilmiyor. Mersinli Bahçe’nin suyu çekilmiş. Molla Hasanların deredeki kara incir çürüyüp devrilmiş. Gövdesi toz toprak içinde lime lime, yerde yatıyor. Sağlam yerlerine yuva yapma telaşındaki karıncalar üstünde koşuşturup duruyor.
Daha dünmüş gibi hatırlıyorum ekin biçtiğimiz günleri. Gün doğumunda girerdi orakçılar başak deryasına. Mevsim başında bilenmiş gürgen saplı oraklar, kristal cam gibi yansıtırdı güneşi. Arada bir sekiz köşeli kasketlerini çıkarır, güneşten korunmak için altına serdikleri ıslak mendillerle yüzlerini, boyunlarını siler, yeniden itina ile başlarına örter, üstüne de kasketi geçirirlerdi. Ben dokuz on yaşlarındaydım. Bir elimde nemini dışına sızdıran Denizli Tavas testisi, diğer elimde kalaylı bakır tas; su yetiştirirdim susayan emmilere, dayılara. Herkes aynı tastan içerdi. Korona Virüsü de yoktu o günlerde Domuz Gribi de.
Şevket Dayı her seferinde tasın dibinde ayırdığı suyu yüzüme serperdi. İrkilirdim. Beni serinletmek için yaparmış. Çok severdim Şevket Dayı’yı. Onu da uğurlamışlar geçen yıl sizin âleme.
Sen tarlamızın alt ucundaki Koca Çöğür dediğimiz asırlık ahlat ağacının dibine oturur, gövdesine yaslanır dalar giderdin ekin deryasına. Baston niyetine kullandığın değneğin hep sağ yanında uzanırdı. Sabah mahmurluğunu atan orakçılar kimi ıslıkla, kimi maniyle, kimi Kerimoğlu’yla nefes açmaya başladı mı, kesilen sapların hışırtısına parmaklardaki tahta elliklerin (*) takırtıları karışırdı. Oluşan cümbüşü karıncadan kuşa her âlem dinlerdi. Hasılatın türküsüydü bu. Gayretin, emeğin, bereketin ezgisiydi.
Buğday hasadından girdim ya söze. Oradan devam edeyim. O günlerde birileri yeni bir buğday cinsinden bahsetmişti. Meksika buğdayıymış mı ne. “Sakın ola ektiğimiz bu karakılçık cinsini bırakmayın. O söylediğinizden un da olmaz, bulgur da.” dediğini dün gibi hatırlıyorum.
Sevgili dedem,
Ne yazık ki şimdilerde hemen her yerde karakılçık yerine Meksika buğdayı ekiliyor. Zaten tahıl ekimi hepten azaldı. Ne yazık ki buğday ambarı konumundaki ülkemiz yabancı düvelden buğday almakta. Ekenler de işlemesi kolay ve daha fazla ürün veriyor diye onu tercih ediyor. Ne ekmekte ne bulgurda, eski tat da kalmadı eski koku da.
Biraz araştırdım tahıl dünyasında neler oluyor diye. Tam da o günlerde ecnebi bir ülkenin hariciye vekili (**) şöyle bir laf etmiş: “petrolü kontrol ederseniz ülkeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz”. Adam bunu demiş ya, kendilerini âlemin patronu sayanlar hemen harekete geçmiş. Tahıldan baklagile, sebzeden meyveye, kavundan karpuza topraktan çıkan ne varsa hepsine el atmışlar. Tohumlarını incelemiş, yapılarına bakmışlar. Yiyip içtiğimiz her ne varsa özünü, mayasını, huyunu değiştirmeye çalışmışlar. Ne yazık ki de başarmışlar.
Hele bir dönem olanca reklamla piyasaya sürülen yemeklik (!) yağlar var ya. Sen hiç eve sokmadın onları. Milas pazarına indiğinde çarşıda yemek yemezdin. Cimrilik zannederdi bilmeyen. Oysa yağlarını beğenmezdin.
Hani bir türkü söylenirdi radyolarda. O zamanlar pek anlayan olmamıştı maksadı. “Zeytinyağlı yiyemem aman! Basma da fistan giyemem aman!” diye. Tam da o türkünün meşhur olduğu yıllarda “vita” ve “evet” marka katı yağ tenekeleri mutfaklarda boy göstermeye başlamıştı. Devamında “sana” marka yağ meşhur edildi. Vita eski Yunanca ’da “yaşam”, sana ise “sağlık, hayat” anlamları taşıyormuş. Bir yandan zeytinyağının zararlı olduğu anlatılmış, diğer taraftan sağlığa zararlı yağlara “sağlık” ve “hayat” isimleri verilerek kalleşçe bir oyun sergilenmiş,
Şimdilerde bilim insanları margarin denilen bu yağların zararlarını anlata anlata bitiremiyorlar. Ne yazık ki halâ tüketilmekte. Margarin diyorlar adına. Mısır, soya, pamuk, kanola gibi bitkilerden üretilmekte. Çoğunun çıkarıldığı ürün sakıncalı, yapısı bozulmuş. GDO’lu bitkiler diyorlar bunlara. Senin anlayacağın mayası, cibilliyeti bozulmuş ürünler. Vikipedi diye bir sözlük var. Örnek olsun diye Kanolaya baktım, aynen şöyle yazıyor: “Kanola (Brassica napus), kolzanın ıslahı sonucu elde edilmiş, canlılara zararlı olarak erüsik asit ve glukosinolat içeren bir bitki türü”. Mayası bozulmuş ürünlerin en başında mısır ve soyanın olduğu bilinmekte.
Sevgili dedem,
Buğday ve yağdan bahsettim bu mektupta. Ama bu kadar değil. Şimdilerde yiyip içtiklerimizin çoğu zararlı. Ne yazık ki insanlar zararını bile düşünmeden ne bulurlarsa alıp tüketiyorlar. Ciddi bir kontrol yok. Ticarî hırs ve haksız kazanç çoktandır insan sağlığının önüne geçmiş. Tahıldan ete, sebzeden meyveye her şey eskisine göre çok farklı.
Bu dediklerim bizim memleketten haberler. Başkaca düvelin hali bizden da beter. Bunun gibi öyle kötü haber var ki yaz yaz bitmez. İnsanlık dünyanın dengesini bozdu ya o da intikam alıyor zahir. Hem de evrensel bir salgınla.
Dünyada değilim diye pek de üzülme.
Dünya yaşanılır olmaktan çıktı be dede.
(*) Orakla ekin biçenlerin orak tuttukları elin karşı eldeki parmaklarını oraktan korumak için parmaklarına geçirdikleri tahta parmaklıklar.
(**) Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.