Efendi BARUTÇU
Arap Baharı’ndan Suriye’de tarihin sonuna
Sancak Vakfı Divan Sohbetlerinde Bu Haftaki Konuşmacı Misafirimiz, Prof. Dr. Altan Çetin* Beydi.
Yukarıdaki ana başlıkla engin bilgi birikimiyle anlattığı konuda özetle şöyle dedi:
“Arap Baharı' kavramı son yılların en revaçta süreçlerinden birinin adı oldu. Şüphesiz bu “baharı” başlangıcı ve devamı sürecinde sorular ve şüpheler çevrelemekte.
Kimilerine göre bu bahar bir emperyal aklın kendisini perdelemek amacıyla halkları öne çıkarıp demokrasi ve özgürlük gibi çağımızın kült kavramlarıyla destekleyerek grupsal arzuları olumlayan bir süper egonun ya da emperyal projenin estetize edilmiş süslü adıdır.
Diğer bir bakış ise son yüzyılını sömürge ve dikta altında ezilerek geçiren toplumların artık ulaştıkları belirli bir toplumsal bilinç ve farkındalık ile yıllardır birey ve toplum bazında önlerini kapatan idarecilere tarihin yol açtığı bir dönemde sosyal ve milli bir bilinçle dur demeleridir. Suriye'de yaşananlar ise bu manada bölgemizin tarihi akışının diğer bir karanlık sayfası olarak iç ve dış siyasetimizi ilgilendirmeye devam ediyor. Burada ortaya çıkan göçmenler, PYD ve nihayet DAİŞ/IŞİD gibi sorunlar sınırlarımızda içeri duhul etmeyi sürdürüyor. Zaman artık Suriye'de selefi-Şii bölgesel rekabetinin küresel üst başlıklarının ABD-Rusya tandeminde akıyor. Türkiye bu süreçte Suriye ve halkı için en hayırlıyı temin etmekte ısrarcı. Lakin iç ve dış dinamikler bunun tersine süreçleri zorlamaya devam etmekte. Tarih, Suriye içinde de sonlanmış ve insan görünmez olmuş durumda. İnsandan kastımız kendilik bilinci ile kendisi için kendisi olan şahsiyetli bireydir. Tarihi yapan da tarihten çekilen de bir yerde bu konumun görünmesi ya da maduniyetidir. Tarihin bize öğrettiklerinden biri de budur.
Zihniyet: “Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda geleneksel millet teriminin kendi tarihi içeriğini bir yana bırakarak, Batı’dan gelen ve daha fazla toplumun dilini, tarihini, kültürünü esas alan bir millet tanımını kabul etmesi; diğer bir deyişle Batı tipinde bir millet oluşturmak istemesi Orta Doğu’daki kimlik ayrılığının ve bu kimlik ayrılığının yarattığı politikleşme sürecinin tarihsel arka planını oluşturmaktadır.”[5]
Uzun zamandır egzotik, erotik ve ekonomik okumalara tabi tutulan ve muhtelif oryantalist fizikselleştirmelerin yapıldığı coğrafyanın son görüntüsü olarak küreselleşen çağda hükümetler ve halklara boca edilmeliydi. Bu gerçekliğin içinde kan, silah, kadın pazarları, kol kesmeler ve cihadist naralar vardı. “Allahu Ekber” sözü artık bir negatif retoriği idi. Elinde bıçak olan bir şahıs İngilizce başka bir İngiliz’i kesiyordu. Selefi olduğunu iddia eden bu şahıs bu duruşuyla yani Kuran ve sünneti harfiyen uygulayan bu kişi dünyaya İslam denilen şeyin Asr-ı Saadetinin vaat ettiği şeyin ne olduğunu gösteriyordu. Zihni cihatçı Müslüman imajı ile alt üst yığınların salim kafayla düşünecek hâlleri de yoktu. Mekân tasavvuru ile negatif üretilmiş Müslüman kişiliği üst üste gelince buyurun size İslamofobya İslamı’nın anayurdundan Müslüman manzaraları. Bütün bunlar geçmişte kurgulanan ve kayıtlara geçirilen binlerce referansı doğruluyordu. Doğrulamanın ötesinde küresel ağ üzerinden çoğalan bu referanslar var olan İslam ve Müslüman öznelerine yepyeni gıcır gıcır negatif yüklemler ekliyordu. Otoriterleşme eğilimi Müslümanın temel özelliği idi. Demokrasi denilen kavram onların dünyasında sadece bir geçiş idi bir ideal değil. Özünde bu hukuka saygı ve insana sevgi yoktu. Otoriteryen her tezahür, kurgulanan ve yayımlanan fiziksel gerçekliğin “Batılı zihinde” (bu zihne Japon, Hind ve Çin gibi doğulu zihinler de dâhil) bir kez daha onanması demekti. 90’larda soğuk savaş sonrası medeniyet arayışları ve incelemeleri yapan zihinler, İslam coğrafyasına bakınca ulus-devlet, mezheb ve etnik ayrışmalar gibi ayrımcı vakaları görüyordu!!! Bunlar İslam’ın 21. yüzyılda umut olmaması için yeter sebepti. Sadece bu kadar olsa iyiydi; yeni kurgulanacak küresel mekân gerçekliği için ve İslamofobik İslam için uygun siyaset geliştirme potansiyellerine de işaret ediyordu. İslamofobya İslam’ı, Oryantalist aklın ve yöntemlerin son üretim bir olgusudur. Şiddetin ve hukuksuzluğun hüküm sürdüğü bir bin bir gece masalları ülkesidir bu. Başrolünde Müslüman denilen tarih dışı bir nesne rol alırken senaryo İslam denilen umutsuz masaldan alınmıştır. Negatifler retoriği ile dünyaya küresel yeni bir masal anlatılmaya başlanmıştır. Bu süreçte fiziksel gerçeklik zihinlerde yeni kodlarıyla kurgulanmakta ve referanslar da buna dairlerle çoğaltılmaya devam etmektedir. Oryantalizmin babalarının kimisi merak kimisi ise süreçte yönetme ihtirasıyla girdikleri Doğu bilimi yolunda torunlar yeni bir Doğu imajı inşa etmektedirler.
Düzen: Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının artçı hadiseleri bölgemizde yaşanmaya devam ediyor. Bu olayın ilk ciddi yankısı Balkanlarda vuku bulmuştu. Bosna, 1992–1995 arasında yaşadığı trajik insanlık suçları ve soykırımla gölgelenen bir savaşla sarsıldı ve tabiî ki biz de sarsıldık. Bu olayların devamı olduğunu düşündüğümüz Arap Baharı günlerinde bugün Suriye’de benzer bir drama şahit olmaktayız. Suriye’nin jeopolitik durumu, buranın aynen Bosna gibi yer altı zenginliklerinden mahrum olması ve fakat ehemmiyetli stratejik konumu dolayısıyla Bosna’yı andırmaktadır. Süreçler farklı dinamiklerle başlamış ve mahiyette değişiklikler olsa da insan modern dünya karşısında ve olaylara bağlı olarak onların tavırlarını değerlendirirken hemen dün kadar yakın olaylara bakmadan da edemiyor. Bosna Savaşı’nda ki benzer bir uluslararası parçalanmanın Suriye olayında da ortaya çıkmış olmasıdır. Bosna Savaşı’nın tarafları olan Sırplar, Hırvatlar bir takım “büyük” devletler tarafından desteklenirken Bosnalı Müslümanlar ise girişte verilen bilgiden de görüleceği üzere Türkiye, ABD gibi ülkelerce desteklenmeye çalışılmıştır. Özellikle Sırpları destekleyen Rusların konumu Suriye’deki konumuyla kıyaslandığına ibretlik bir durum söz konusudur. Sırpların bu vahşet siyasetinin dünyada duyulması, düşünülenin aksine Bosnalı Boşnakların kurtulma ümitlerini arttırmadı. Aksine, BM ve NATO desteğinde özellikle Sırplar hedef alınarak bir ambargo başlatıldı. Fakat hem Sırpların eski müttefikleri olan Rus'ların yardımı, hem de coğrafi olarak daha iç kesimlerde bulunan Bosnalı Müslümanlara göre daha avantajlı olmaları sebebiyle, bu ambargodan Bosnalı Sırplar neredeyse hiç etkilenmediler. Olan zaten silah ve lojistik olarak çok zayıf olan Müslümanlara oldu. Dünyanın en büyük ordularından birine sahip Yugoslavya'nın, bu gücünü Sırplar neredeyse sonuna kadar kullanmışlardır.9 Bugün de Suriye ambargo muhalifleri vurmaktadır. İlaç ve yiyecek sıkıntısına dair haberler ortalıkta dolaşmaya başlamıştır. Rusya ve daha ironik ve fakat stratejik duruşuyla İran bugün Suriye’de çıkarlarına odaklanmış bir statükoyu korumak peşinde yaşanan insani ve ahlaki drama göz yummaktadırlar. Bu tutum Suriye’nin Bosnalaştırılması sürecine katkı sağlaması endişesi doğuran bir duruma yol açmaktadır.
Yapı: Ruanda 1890 Brüksel Konferansında önce Almanya'ya daha sonra da Birinci Dünya Savaşı akabinde Belçika'ya sömürge olarak verilen bir ülke. Benzetmemizin ilk ayağı işte tam da burada başlıyor. Afrika'yı büyük bir iştihayla paylaşan yapı aynı aç gözlülükle Ortadoğu'ya da Osmanlı sonrasında yığıldı. Sömürge dönemi hem Afrika hem de Ortadoğu'nun kaderinin müşterekleri. Osmanlının her iki bölgeye de kalkan olması daha önceki girişimleri püskürtmüşse de kader onu mukadder sonuna tevdi ettikten sonra buralarda da sömürge yapıları kuruldu. Bu yapılar içinde kaosun ve istikrarsızlığın başlaması demekti. Suriye'de Fransa ve Ruanda da Belçika benzer bir siyaset aklı ve vicdan ile ülkelerde faaliyet yürüttüler. İşte tam da burada Batılı aklın diğer bir yönetme stratejisi devreye girer. Bu da sömürgeleştirilen ülkedeki azınlık gruplarla çoğunluğu idare etme tercihidir. Bu hem daha maliyetsiz hem de daha kolaydır. Zira sayıca az olan, bölgeyi kontrol eden dış yönetene daha kolay tabi olacaktır. Bu tercih etnik, dini, aşiret düzeyinde duruma göre değişen bir tema ve içerikte oluşmaktaydı. Bu noktada baktığımızda Suriye'de Nusayri bir grubu tercih eden Fransız aklına mukabil Belçika'da Tutsiler sömürge döneminde tercih ediliyorlardı. Bu ifadelerle ne Nusayriler ne de Tutsiler eleştirilmemekte lakin işleyen aklın tespiti bakımından durum tespiti yapılmaktadır. Bu tercihler ister istemez toplumun diğer kesimlerinden bir dışlanmışlık ve ileriki aşamalarda ise tahrike açık bir yapı oluşturmaktaydı. Ruanda'da İkinci Dünya savaşı değişen dengelerle birlikte tercih değiştiren mahut akıl bu sefer çoğunluk olan Hutu'ları tercihe başladı. Zira sandık söz konusu olduğunda o ülkede var olmak adına bu önemli ve gerekliydi. İşte yılların polarize ettiği bu yapı içinden çatışmanın çıkmaması düşünülemezdi ve çıktı da. Benzer bir süreç Suriye'de farklı bir meyanda işlemiş ve azınlığın iktidarı son başkaldırışa kadar sürmüştür. Konunun diğer bir yönü ise olaylar yaşanırken BM merkezli ABD ve Fransa gibi aktörlerin konuya yaklaşımlarıdır. Ruanda'da katliam ve soykırım sürerken her nedense ABD BM askerlerini bölgeden çekmiştir. Ruanda Yurt Severler Birliğinin müdahalesine kadar sessiz kalan Fransa birden bölgeye müdahale etmiş ve 200 bin kadar insanın kendi gözetiminde doğranmasına göz yummuştur. Suriye olayında da bugün BM sessiz ve konunun çevresinde dolaşır bir hüviyettedir. ABD'nin konuyu çoktan bitirebilecek olan doğrudan ya da dolaylı müdahaleleri ise ufukta gözükmemektedir. Sahada PYD ve IŞİD gibi güçler herhangi bir antlaşmayı tanımayacağını ilan ederek İran destekli diğer güçlerle birlikte çarpışmaya devam etmektedirler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.