Ahmet KELEŞOĞLU
Aksu Köy Enstitüsü yollarında
1932 yılının sıcak Ağustos ayıydı. Akseki'nin Alaçaşme'sine bağlı Hocaköyünde bir çocuk dünyaya geldi. Doğum sancısı susam tarlasında başlamıştı. Karşı köyden bir koşuda yetişen muhtarın karısı doğumu gerçekleştirdi. Bir erkek çocuğu doğdu.
Üç yaşındaki Ayşe, şaşkın gözlerle kardeşine bakıyordu. Ne olduğunu anlayamamıştı. Doğum o kadar ani olmuştu ki, evin erkeğine bile haber verilmedi. Manavgat sırtlarında Cendeve bölgesinde yevmiyeye gitmişti baba Irgat Mustafa. Her şeyden habersiz sıradan bir günün sıcağında bahçe duvarı örecekti. Taş işçisiydi.
Hava yavaş yavaş kararıyordu, akşam olmak üzereydi.
Mustafa'nın yolu aşıp gelmesi uzun sürebilirdi. Zaten yetişmesi de imkansızdı. Ama bir şeyler olacağı içine doğmuştu. Koşturarak geldi tozlu dikenli yolları. Köye vardığında kapının önüne toplanmış kadınları gördü. Acaba kötü bir şey mi olmuştu?
Bir solukta vardı evin önüne.
"Öte gidin, öte gidin" demeye varmadan daldı içeriye. Karısının başucunda yatan bebeği görünce rahat bir nefes aldı.
Yüzü gülüyordu, koşaradım indi köy kahvesine.
"Herkese benden çay" deyiverdi yüksek sesle.
Kahveci şaşırmıştı.
"Ne bakıyon İdris; Oğlum oldu, oğlum oldu herkese çay ver benden diyorum sana" dedi.
Irgat Mustafa hayatında bir kez ağalık yapmıştı. Kahvehanedeki herkese çay söylemişti.
O gün ve sonraki günlerde daha bir dik yürüyecekti artık. Evin kaderinin değişeceğini düşündü.
Sabahları güneş başka doğacak, yazın kavurucu sıcakları bile bu çatıya merhamet edecekti.
Çocuğun adını Hüseyin koydular.
Büyük dedelerinin adıydı. Küçük Hüseyin eve ocağa şans getirmişti. Koyuncuoğullarından Irgat Mustafa da adeta yeniden doğmuştu. Bundan sonra sıraya girecek sayılır sevilir olacaktı.
Ağası da ona daha fazla merhamet gösterecekti. Nede olsa oğlan babasıydı.
Hüseyin büyümeye başladı.
Okula gitme zamanı geldi.
Okula gidebilecek miydi?
Annesi ve babasının işten güçten başını kaldıracak zamanı yoktu. Ağanın işleri beklemezdi. Birde okul masrafları önlerine çıkmıştı. Daha Hüseyin'in nüfus cüzdanı bile yoktu.
Annesi yeni Türkçe'yi okuyup yazan bilgili bir kadındı. Çağdaş düşünceleri vardı. İleri görüşlüydü. Köye gelen mektupları, yazılı evrakları ona okuturlardı. Okumaya çok meraklıydı, ilk muallimlerden olmayı çok istemişti. İlkokulu bitirdikten sonra yetkililer köye gelmişti. Muallim Mektebine kayıt yaptıracaklardı, götürmek istediler ama olmadı.
O yüzden oğlunun okumasını istiyordu. Onun başarılı olacağından kuşkusu yoktu.
Ama bir sorun vardı.
Babası hem yaşlı hem de hastaydı genç kadının. Annesini erken yaşta kaybetmişti.
Babasına bakacak kimsesi olmadığından ona da kendisi bakıyordu. Masraflar ağırdı. Şimdi birde okul masrafları çıkınca kara kara düşünmeye başladı.
Okuryazar ve bilgili anne evde daha baskındı.
Her defasında beni okutmadılar, okusaydım yüksek yerlere gelecektim deyip duruyordu. Şimdi önünde büyük bir sınav vardı. Bakalım Hüseyin'i okutabilecek miydi?
Irgat Mustafa sessiz biriydi.
Bir şeye karışmaz, bir fikir ortaya atmazdı.
Evlendi genç yaşında Mustafa'yla. Çaresiz mutluluğu kocasının evinde bulacaktı. Orada da işten başka bir şey yoktu. Ağa'nın üç kuruşluk yevmiyesine muhtaçlık zoruna gidiyordu. Zaten çocuklar da ardarda gelince geçim derdi bir kat daha arttı. Bundan sonra evin idaresi yaşamı zorlaştıracağa benziyordu.
Zeytinyağını bile ağanın kapısından fincanla aldıkları zaman olurdu. Kaderleri Ağa'nın kapısından öteye gitmelerine izin vermemişti.
Genç kadın tüm sıkıntılara rağmen çocuklarına gözü gibi bakmıştı. Hüseyin kara yağız bir delikanlı oldu.
Ne yapıp edip Hüseyin'i okula göndermeyi başarmıştı.
Hüseyin kısa sürede okumayı söktü. Annesi de zaman buldukça ona yardım ediyordu. Öğretmeni daha ilk yıldan çok parlak bir öğrenci olacağını söyledi.
Yıllar akıp gitti. Hüseyin İlkokulu bitirmişti.
Öğretmeni Ortaokula devam etmesini çok istedi. Onun zeki olduğunu anlamıştı.
Okullar her yıl tatile girdiğinde köyde hareketlenme başlardı. Farklı okullardan gelen öğrenciler ve şehirde yaşayan köy kökenli hemşeriler köye gelirdi. Bu hareketlilik Hüseyin'i heyecanlandırıyordu. Ama Hüseyin için artık eğitim bitmişti o da diğer çocuklar gibi yevmiyeye gidecekti.
İlkokulu ne zaman bitirmişti? Sanki zamanın acelesi vardı.
Önceden olduğu gibi yamalı don ve çarık tekrar ortaya çıktı.
Ayakta çarık, yamalı don fakir çocukların en sağlam kostümü sayılırdı.
İskarpin ve takım elbise sadece hayallerini süslüyordu çocukların. Susam sökme zamanı gelip çattığında Hüseyin'in de ümitleri tükenmişti.
Evde beş boğaz nasıl doyacaktı? Ekmek kolay mı kazanılıyordu?
Zaten Ortaöğretime devam etmek hiçte kolay değildi. En yakın kasaba kırk kilometre ötedeydi.
Hüseyin ne kadar okumak istese de sözünü dinleyen yoktu. Zeki ve çalışkan olmasının da hiçbir faydası olmadı.
Ne yapabilirdi ki? Dedesinin kaderi babasına, babasının ki de kendisine sirayet etmişti.
Hayatta böylece devam edip gidecekti.
Bundan sonra her sabah erkenden yola koyulup susam tarlasının yolunu tutacak, o küçük elleri ile susam yolacaktı. Yüzü gözü iyice kabaracak ve ince bacakları da güneş karasından görünmez olacaktı.
Öylede oldu, iki hafta içerisinde yüzü tanınmaz hale geldi, her yanı kabardı küçük Hüseyin'in.
Akşam olduğunda kendisini yatağa zor atıyordu. Yorgunluktan vücudunun ağrılarını bile hissetmiyordu.
Bir gün köyün yamacında kendisinden yaşça daha büyük, Rüstem amcanın oğlu Osman'ı gördü. Koşarak yanına gitti. "Osman abi Osman abi beni tanıdın mı, ben Hüseyin?" dedi.
Osman, takım elbisesi, kravatı ve iskarpiniyle filinta gibi süzülmüştü köyün ortasına.
Hüseyin heyecanlandı, eliyle ceketin bir tarafından çekiştiriyor, gözlerini iskarpinlerden ayırmıyordu.
Bu elbise ve ayakkabıları ilk kez görmüştü.
"Tanımaz olur muyum hiç?"
Sen Irgat Mustafa'nın Hüseyin'sin" dedi. Elini tuttu, başını okşadı. Hüseyin çok sevinmişti.
Ağabey dedi; "Elbiseleri nereden aldın ne kadarda güzelmiş?"
"Ben Aksu Köy Enstitüsünde okuyorum Hüseyin, elbiseleri oradan verdiler" dedi. Hüseyin uzun süre gözlerini elbise ve ayakkabılardan alamadı. O da bu okula gitmeliydi. "Bu okula nasıl gidilir, bende İlkokulu bitirdim Osman ağabey?" dedi.
"Annen baban ne der Hüseyin, uzak yer orası" dedi, Rüstem'in Osman.
Koşarak evin yolunu tuttu Hüseyin. Annesine; Rüstem'in oğlu Osman’ı gördüğünü Aksu'da Öğretmen okulunda okuduğunu, çok güzel elbise ve ayakkabılarının olduğunu söyledi. Hüseyin yerinde duramıyordu, heyecanı bir kat daha artmıştı. Sonra: "Anne bende o okula gitmek istiyorum, elbiseleri bile oradan vermişler" dedi.
Annesi çok şaşırmıştı, heyecanlandı. Hüseyin neler anlatıyordu?
"O kadar uzak yere nasıl gidilir oğul, nasıl yapılır, nasıl ederiz bilemedim ki, daha seni kasabaya bile gönderemiyoruz." dedi.
Hüseyin: "O okula gitmek istiyorum Anne, gideceğim o okula ben" diye ısrar etti. Elbise ve ayakkabılar Hüseyin'in aklını başından almıştı.
Okulu hayalinde canlandırıyor, kendisine de bu hayalin içinde güzel bir yer buluyordu. Aksu’daki o okula gitmeyi, o elbiseleri giymeyi her şeyden çok istiyordu.
Ne yapıp edip o okula gidecekti.
Annesi şaşkınlığını üzerinden atamamıştı, uzun uzun Hüseyin'e baktı onu dinledi, dizine yatırıp başını okşadı.
"Ne elbisesi oğlum, ne ayakkabısı" diyebildi.
O gün akşamı iple çekmişlerdi.
Babası eve geldiğinde bu okulu ona da anlatacaklardı.
Annesi arada kalmıştı. Bir taraftan çocuğunu okutmak isterken diğer taraftan geçim sıkıntısını düşünüyordu.
Akşam olmuştu.
Mustafa açtı, gelir gelmez sofraya oturdu. O gece kocasının en sevdiği yemek olan Filiz aşını sofraya koydu genç kadın. Ama söze nereden başlayacaktı, bu okulu nasıl söyleyecekti? Bilmiyordu.
Hüseyin heyecandan yerinde duramıyordu. Bundan sonra babasıyla ya Çift sürmeye, ya da Susam'a gidecekti. Son çare ise okul. Aklından bu çaresizliğin, bu şansın, nereye varacağını düşündü. Çocuk aklı olumsuz düşünceye beyninde yer vermek istememişti.
Annesi söze bir türlü başlayamadı.
Mustafa bu heyecan ve tedirginliğin nedenini anladı. Çünkü Rüstem'in oğlu Osman'ı, o da görmüş ve onunla konuşmuştu. Bu sefer, karısının söylemediği, çekindiği okul işini kendisi çözecek herkesi rahatlatacaktı.
"Götüreceğim seni Aksu'ya Hüseyin, okuyacaksın orada" dedi.
Genç kadın ağlıyordu. Hüseyin babasının dizine yanaştı başını yaslayıp ellerini kavuşturdu. Çok mutlu olmuştu. Annesi ağlamaktan konuşamadı. Herkes rahat bir nefes almıştı.
Hüseyin daha diplomasını bile almamıştı, önce onu almak gerekiyordu.
Mustafa oğluyla okula geldi. Müdür Bey’e: "Hüseyin'in diplomasını almaya geldik, Aksu Köy Enstitüsüne kayıt yaptıracağız" dedi. Okul müdürü bunları duyunca çok sevindi. "Biliyordum bu çocuk okuyacak nüfus cüzdanını getirdiniz mi?" dedi.
"Yok beyim" dedi Mustafa.
"Nüfus olmadan olmaz, Kasabaya inin, çıkarttırın cüzdanı" dedi müdür.
Ertesi gün Hüseyin ile babası sabah ezanıyla yola koyuldular. Hava çok sıcaktı. Yol da yakın sayılmazdı. Saatlerce yürüdüler. İkindi ezanında kasabaya vardılar. Vakit kaybetmeden nüfusa gittiler.
Memur; "Çocuk bu yaşa gelene kadar neredeydiniz Mustafa Efendi" dedi. Başını hiç kaldırmadı Irgat Mustafa. Hüseyin gözlerini iyice açmış memura bakıyordu. İlk defa kasabaya inmiş böyle bir yeri de ilk defa görmüştü.
İki koluna siyah kumaşı çekmiş bu adam ne demek istiyordu?
Anlayamadı.
"Tamam tamam tasa etmeyin yaparız." dedi memur. Sonra da; "Siz kimlerdensiniz, size ne derler köyde" diye sordu.
"Bize Koyuncuoğulları derler memur bey" dedi Mustafa.
"Olmaz Koyuncuoğlu falan" diyerek konuşmasını tamamladı nüfus memuru.
Hüseyin doğduğunda, soyadı kanunu daha yürürlüğe girmemişti. İnsanlar lakapları ile anılmaktaydı. Irgat Mustafa şaşkın gözlerle memuru dinliyordu.
Memur: "Sizin soyadınız Koçak olsun, sen yiğit yürekli adamsın, çocuğun için neler yapmaktasın, Koçak yiğit demektir, size yakışır" dedi. Bu sözler Mustafa'nın hoşuna gitmişti. Bundan sonra lakaplarını değil soyadlarını kullanacaktı.
Memur: "Hüseyin İlkokulu bitirdin mi? Bugün ayın kaçı, söyle bakalım?" diyerek soru sordu.
"Bitirdim İlkokulu, Aksu Köy Enstitüsünde Öğretmen olacağım, bugün ayın yirmisi" dedi Hüseyin.
"Aferin sana Hüseyin, sen okuyacaksın belli" dedi memur.
20 Ağustos 1932 tarihli nüfus cüzdanını düzenleyip verdi.
Artık Hüseyin inde bir nüfus cüzdanı vardı. Çok sevinmişti. Bir an önce köye dönüp diplomasını almak istiyordu. Hava kararmıştı, köye dönmeleri imkansızdı. Çaresiz uzak akrabalardan birinde kalacaklardı. Akrabalarda sabahı sabah ettiler. Erkenden kalkıp yola koyuldular. Geç vakitte köye geldiler. Yorulmuşlardı. Ama yorgunluğu hissetmemişlerdi. Mutluluk yüzlerinden okunuyordu. Yorgunluk nasıl olsa geçip giderdi. İşin zorluğu bitmişti. Bundan sonrası Hüseyin'e kalmıştı. Enstitüye girerken bir mülakat yapılacaktı. Ailenin Hüseyin'e güveni tamdı. Bu sınavı da geçeceğini biliyorlardı. Birkaç gün sonra yola çıkmak üzere hazırlık yapıldı. Bu sefer yollar kısa değildi. Üç günlük yol olduğu söyleniyordu. Katır üstünde üç gün yol gitmek hiçte kolay değildi. Çetin yollarda baba oğulu neyin beklediği bilinmiyordu.
Irgat Mustafa Hüseyin'i Aksu'ya götürecekti. Kafasına koymuştu. Gidiş zamanı yaklaştıkça evde heyecan daha da arttı. Bu çetin yolları sıcakta gidebilecekler miydi? Hüseyin'i okula kayıt yaptırabilecek miydi? Tedirginlik birkaç gün öncesinden başlamıştı.
Aksu'nun neresi olduğunu, oraya nereden gidileceğini önüne gelene sordu Irgat Mustafa. Hüseyin bundan sonrasının daha kolay olacağını düşünmüştü. O kadar uzak yollara nasıl gidilir dönülür? Bunları düşündüğü yoktu. Çocuk aklı ile ileride neler olacağını nelerle karşılaşacağını nereden bilebilirdi.
Yola çıkma zamanı gelip çattı. Geceden yiyecek çıkını hazırdı. Hüseyin dört yanından dikişleri solmuş ama yamalı dona göre daha düzgün olan tumanı ayağına giyinmişti. Lastik cızlavet ide ayağına çekiverdi. Üstünde kırkyama mintanı vardı. Başkada bir şeyi yoktu. Uzunca bir yolculuk olacaktı. Hocaköy’den Manavgat'a, oradan Serik ilçesi ve sonrada ver elini Aksu.
Hocaköy’den sabaha karşı yola çıktılar. Akşama kadar kah, katırın üstünde kah, yürüyerek yola devam ettiler. Yol üstünde Manavgat'a varana kadar iki Han geçmişlerdi. Birinci Han'da fazla oyalanmadılar. Irgat Mustafa Manavgat'a bir an önce varmak istiyordu. Orada kız kardeşi Şehriye'nin yanına uğrayıp yorgunluğu onun yanında atacaktı. Şehriye Manavgat'ın Antalya çıkışındaki yolun üzerinde bir köyde yaşıyordu. Hüseyin de böylece hiç görmediği halasını görmüş olacaktı. Sabah olmak üzereydi Katır yorulmuştu, gitmiyordu. Susamış olabilirdi. Mustafa Katırdan indi? Hüseyin'i Katır'ın üzerine iyice yerleştirdi. Kendisi de yularını tuttu. Epeyce gittiler. Biraz daha gitseler Manavgat'ın silueti görünecekti. Gün aymak üzereydi. Mustafa'nın gözleri kapanıyordu. Hüseyin boynunu yan tarafa atıverdi. Katır birden kişneyerek arka ayaklarını havaya çaktı. Katırın çiftesinin etkisiyle Hüseyin havaya fırlamıştı. O sıra Mustafa ne olduğunu anlayamadı. Sağında solunda bir şey yoktu. Hüseyin yere düşecekken bir ayağı Katırın semerine bağlı ipe takıldı. Zavallı çocuk kafası aşağıda Katırın üstünde asılı kaldı. Babası kafasını tutup yukarı kaldırmak istedi, yapamadı. Katırda bir türlü durmuyordu. Bir taraftan yuları tutup diğer taraftan Hüseyin'i çözüp kurtarmak zor olacaktı. Elinden Katırı kaçırırsa Hüseyin savurabilirdi. Katırı iyice sıkıp durdurdu. Arkasını döndüğünde birde ne görsün? Gözleri çakmak gibi parlayan kurt ona bakıyordu. Göz göze geldiler. Katır kurttan ürkmüştü. Onun için çifte atarak Hüseyin’i fırlatmıştı. Olduğu yerde kaldı Mustafa. Kımıldamadan bekledi. Kurt arkasını dönüp yavaşça gitmeye başladı. O sırada Katır da sakinleşti. Hüseyin kurtuldu. Katırı yan taraftaki ağaca bağlayıp yere çöktüler. Hüseyin'in ayağı sıyrılmıştı. Ama kırık çıkık yoktu. Biraz oturduktan sonra: "Ayağını basabilecek misin Hüseyin?" dedi, babası. Hüseyin biraz yalpalayarak yürüse de, sıkıntısız yola devam ettiler. Şehriye Halanın evine yaklaşmışlardı. Irgat Mustafa kardeşini gelin verirken bir defa gelmişti bu köye. Yolu hemen hatırladı.
Ogün halanın evinde iyice dinlenmişlerdi. Mustafa ile kardeşi Şehriye hasret giderdiler. Hüseyin'de Halasını görmüş oldu. Elini öptü. Gece orada kaldılar. Şehriye Hala kardeşi ve yeğeni için bir çıkın hazırladı. Ekmeği aşı iyice çıkına yerleştirdi. Zaten Hocaköy'den getirdikleri çıkın da haşlanmış yumurtadan başka bir şey kalmamıştı. Onu da bilerek yememişti Mustafa. Hüseyin acıkırsa veririm diye.
Sabah ahırdan katırın semerini takıp tekrar yola koyuldular. Şimdiki istikamet Serik yollarıydı. Bu sefer daha uzak ve çetin bir yol onları bekliyordu. Öğle sıcağı iyice kavuruyordu. Bir derenin kenarında baba oğul bağdaş kurup oturdular. Hüseyin ile babası azıktan biraz yedi. Katır da, Irgat Mustafa da, küçük Hüseyin de, dereden kana kana su içip tekrar yola koyuldular.
Taşlı tozlu yolların ekin tarlalarındaki saman tozlarına karışmış, o kuru kararmış vücutların doğayla varolma savaşı devam ediyordu.
Yollar bitmek bilmiyordu. Gece oluyor sabah oluyor, yollar ise uzuyor da uzuyordu. Ama yolların uzunluğu Irgat Mustafa ile küçük Hüseyin’in azminden daha uzun değildi. Mustafa adeta ölümüne bir yola çıkmıştı. Bu yolun belki bir sonu vardı var olmasına ama birde geri dönüşü olacaktı. Mustafa Hüseyin'i yatılıda bırakacak tek başına Hocaköy'e geri dönecekti. Hüseyin mülakatı geçecek Aksu Köy Enstitüsüne kayıt hakkı kazanacaktı. Irgat Mustafa biricik karayağız çelimsiz Hüseyin’ini Aksu'nun iki duvar bir çatısına nasıl bırakacaktı.
Bilmiyordu ki; Orası İsmail Hakkı Tonguçlar’ın, Hasan Ali Yücel'in, İstiklal ateşinin yandığı gökyüzünü aydınlatan kutup yıldızlarının ışık kümesidir.
Haşlanmış tek yumurtayı bozuk olduğunu bile bile yedi Mustafa. Kalan son ekmeği oğluna vermişti. Ona bir şey olmasın olacaksa bana olsun dedi. Zehirlendi bozuk yumurtadan Irgat Mustafa. Serik'teki hükümet tabibi zor yetişti imdadına. Bir gece de Serik'teki revirden sağlık odasına çevrilmiş yerde kaldılar. Ertesi gün Aksu'ya varmışlardı.
Bu kadar uzun yoldan gelmeyi göze alan Mustafa’yı geri çevirmemişti yetkili Müdür. Hüseyin’e de birkaç soru sordu, kaydı yaptı.
Kim derdi ki; şakakları Torosların mızrak bulutlu zirvesine dönüşmüş küçük Hüseyin’i kurtarmanın bedeli bu kadar ağır olacak.
Daha ne bedeller ödenecek daha ne canlar yitip gidecekti bu yollarda.
Bir evladın istikbali aydınlık geleceği için buna değerdi.
--
Aksu yollarında Irgat Mustafa,
Yanında oğlu Hüseyin.
Ayaklar kabarmış,
Alınlar kavrulmuş,
Avuçlar soyulmuş bu yollarda.
Katırın tırnağı Nal'ın çivisine dayanmış,
Kan içinde yollar, bir çocuk uğruna,
Hüseyin'e hayat olmuş, can olmuş,
Aksu’nun zalim yolları.
Son söz:
"Oğlum bu okul senin evin, burada kal, bitir bu okulu, eğer ki; bu okulu bırakır da gelirsen Hocaköy'e, gelme oğul, Manavgat'a at kendini."
Hüseyin son sınıfa geldiğinde anne ve babasını üç aylık yaz tatilinde bile göremedi. Bilerek gitmedi Hocaköy'e. Tatil dönüşü babasının kendisine para veremeyeceğini biliyordu. Onu mahcup etmeye dayanamazdı. Üç ay boyunca susama yevmiyeye gitti. Yakın köylüsüyle gelemeyeceğini haber saldı babasına. "Çalışacakmış susama gidecekmiş" deyiver dedi.
Irgat Mustafa Hüseyin'in adam olacağını artık anlamıştı.
Hüseyin, Aksu Köy Enstitüsünü bitirdiğinde 18 yaşını doldurmamıştı. Maaşını Vasi vasıtasıyla alabiliyordu.
20 liraya 20 yıl boyunca köylerde öğretmenlik yapacağına dair imza attı.
Bu vatan bir evladını daha salmıştı Anadolu’nun kara bağrına.
Artık tohumlar ağaca, ağaçlarda ormana dönecekti yurdumuzda.
***
YOKTU BU AKŞAM
Yoktu bu akşam o yorgun adam,
Gözler hep onu aradı onu sordu,
Masasında değildi eski tüfek,
İzleri kalmıştı köşelerde,
Sesi yankılanıyor gibiydi,
Sözleri kazınmıştı beynimize,
Ne söylese,
Nereye baksa,
Neyi gösterip işaret etse,
Ders gibi gelirdi bize.
Kıymet bilmedik nasıl denirdi?
Nasıl bir dediği iki edilirdi?
Ne dediyse ne istediyse harfiyen yerine geldi.
Eksik kalmazdı yanında sodası,
Yeter ki “zayıf bu masa hizmet zayıf” cümlesi kurulmasın!
Radyodan gelen "haydi Abbas vakit tamam" türküsü de varsa,
Her şey tamamdı o zaman.
Tamamdı tamam olmasına da,
Yoktu işte koca yürekli adam bu akşam.
Bırakıp gitmişti.
Böyle devam edecekmiş yolumuz,
Onsuz kalacakmış ocağımız,
Buradaymış gibi geldi bir an,
Yanıbaşımızdaydı bir dakikalığına,
Sonra acı bir yokluk sardı ruhumuzu,
Azaldı zaman, vakitsizdi ecel.
Onsuz keyifsizim hüzünlüyüm bu akşam,
Güle güle koca çınar,
Güle güle küçük Hüseyin sana.
A.Keleşoğlu
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.